islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4916
EURO
36,2572
ALTIN
2.963,26
BIST
9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
19°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
8°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

Değerler Çatışması

Değerler Çatışması
24 Şubat 2024 09:00
A+
A-

İnsanlık, tarihî süreç içinde devrim niteliğinde üç önemli aşamadan geçerek bugünkü kültürel, sosyal ve ekonomik seviyesine ulaşabilmiştir. Bu üç önemli aşama sırasıyla tarım, sanayi ve bilişim dönemleridir. Her dönem kendi toplum yapısını, kültürel dokusunu ve medeniyet anlayışını oluşturmuştur. Nitekim tarım dönemi, tarım toplumunu; sanayi devrimi, sanayi toplumunu; bilişim devrimi ise bilgi toplumunu ortaya çıkartmış ve bunlar, varlıklarını kendilerine özgü toplum yapısı ve kültürel dokusuyla devam ettirme imkânını bulmuşlardır. Buna rağmen, günümüzdeki insanlığın tümünün bu sosyo-kültürel aşamalardan geçtiğini söyleyebilme imkânımız da maalesef yoktur.

Tarım toplumunun sosyo-ekonomik ve sosyo-politik yapısı sosyolojik tanımıyla “cemaatçi toplum” modeline; sanayi ve bilgi toplumlarının sosyo-ekonomik, sosyo-politik yapısı ise “cemiyetçi toplum” modeline dayanmakta; ekonomik, dinî ve siyasî alanlardaki yönetim biçimleri, kültürleri ve medeniyetleri de bu yapıya uygun olarak şekillenmektedir. Bilgi toplumunun toplum yapısının nasıl bir şekil alacağı ise henüz meçhulümüzdür.

Tarım toplumuna özgü olan “cemaatçi toplum” modeli bir piramit modelinden başka bir şey değildir. Bu modelde tepede karizmatik, otoriter ve çoğu zaman despotik bir lider, onun altında ise bu lidere “itaat” kültürüyle bağlılığı sağlanan  halk/toplum  bulunmaktadır. “Liderin mutlak hâkim olduğu veya hâkimiyetin liderde olduğu bu modelde, toplumun ne söz hakkı ne de tercih hakkı vardır. Bu cemaatçi toplum modelinde, her şey karizmatik ve otoriter liderin bilgi ve becerisine bağlı kalmakta, adeta liderin duygu ve düşünceleri doğruluğun ve gerçekliğin ölçütü olarak algılanmaktadır”.

Etkinliğini yıllarca devam ettiren bu sosyal yapı, ailede pederşahiliği, ekonomide feodal yapıyı yani ağalık sistemini; dinde tarikatlaşmayı, şeyhlik anlayışını veya cemaat liderliğini; siyasette ise krallığı, padişahlığı ve sultanlığı ortaya çıkartmıştır. Nitekim tarım toplumu yapısının hâkim olduğu devletlerde yönetim biçimi hep krallık olmuş ve bu toplumlar krallar tarafından idare edilmiştir. Kral şayet iyi biri ise, onun yönetimi de iyi; kötü ise yönetimi de kötü olmuştur. İslam Ülkelerinin kahir ekseriyetinde maalesef, bu sosyal yapı devam etmektedir. Türkiye ise diğer İslam ülkelerinden farklı olarak tarım toplumundan sanayi toplumuna kısmen de olsa bilişim toplumuna geçme sürecinin sancılarını yaşamaktadır. Çekilen sıkıntıların önemli bir kısmı, yaşanan sürecin sancıları ile alakalıdır.

Batı ise, -teoride de olsa- bireyin egemen ve etkin olduğu cemaatçi toplum yapısının tam tersine objektifliğin, rasyonelliğin ve demokrasinin, değerlerin yani ilke ve kuralların egemen ve etkin olduğu bir sosyo-kültürel yapıyı/cemiyetçi toplum modelini ortaya çıkartarak kendi medeniyetini bu değerlere dayandırmaya çalışmıştır. En azından  söylemde  böyledir.  Ne var ki söylemde var olan bu değerler,  maalesef uygulamada işlevsel olamamış yada yeterince işlevsel kılınmamış/kılınamamıştır.  Bunun da birçok sebebi mevcuttur.

Şurası bir gerçektir ki her medeniyet, kendi değerleri üzerine kurulur ve yükselir. Aslında medeniyet bir değerler sistemidir. Zira her medeniyetin temelinde mutlaka bir kültür mevcuttur. Bu nedenle kültürsüz bir medeniyetin varlığından söz edilemez. Her ne kadar medeniyetlerin ortak yanları olsa da, diğerlerinden farklı yanları da mevcuttur. Bu farklı yanlar o medeniyetin kimliğini/özelliğini ortaya koyar. Bu farklık da genellikle kültürel değerlerden kaynaklanır. Bu nedenle İslam medeniyetinin kültürel değerleri ile Batı medeniyetinin kültürel değerleri aynı değildir. İslam medeniyetinin kültürel değerleri, “Allah için insana ve bütün canlılara hizmet” anlayışında odaklanırken; Batı medeniyetinin değerleri  ise “İnsan için bilim ve teknoloji” anlayışında odaklandığı görülmektedir. Bundan dolayıdır ki İslam medeniyeti, vakıf ve  -belli alanlarla sınırlı da olsa- sanatta temayüz ederken, Batı medeniyeti bilim ve teknolojide temayüz etmiştir. Bu nedenle İslam medeniyeti huzuru ve iç dinginliğini öncelerken, Batı medeniyeti refah ve konforu öncelemiştir.

İslam medeniyetinde, amaç değerler ile araç değerlerin hiyerarşik düzeninin korunmasına özen gösterilirken, Batı medeniyetinde bu düzen bozularak araç değerlerin amaç değerler haline getirildiği görülmektedir. Bu nedenledir ki  bilimsel ve teknolojik gelişmeye bağlı olarak Batılı insan, öncelikle Tanrı’nın evrene koyduğu kanunları keşfetmeye ve anlamaya çalışmış, elde ettiği bulgularla insanların ihtiyaçlarını gidermiş, kilisenin çözüm bulamadığı konulara bilim vasıtasıyla çözüm bulmaya gayret  etmiş ve neticede daha önce bir türlü sarsamadığı kilisenin otoritesini sarsarak, kilisenin otoritesi yerine bilimin otoritesini; din adamının otoritesi yerine ise bilim adamının otoritesini ikame etmeye çalışmıştır.

Bilim adamının evreni keşfetme ve anlama işlevinin yanında, kiliseye karşı olan bu tavrı dolayısıyla Batılı insan, giderek Tanrı’dan uzaklaşmış ve Tanrı’dan bağımsız kendi başına kurduğu bir dünyada yaşama arzusu ile dolup taşmıştır. Bir başka ifade ile kilisenin otoritesinden uzak ve tamamen hür bir ortamda bilimsel faaliyette bulunma arzusu, zamanla dine ve neticede Tanrı’ya bağımlı olmadan yaşama isteğine dönüşmüştür. Bu bağlamda ortaya çıkan materyalist, rasyonalist ve pozitivist anlayışlar, dine karşı olma ve dinden bağımsızlaşma temayüllerine olabildiğince destek olmuştur. Bu dönüşüm, 18. yüzyılda o kadar etkili olmuştur ki, dinsiz veya Tanrısız bir dünya anlayışını ortaya çıkartmıştır. Bu, kutsaldan kopmuş ve Tanrı’ya yabancılaşma hareketi, bütün dikey bağlamları yataylaştırdığı için evrendeki bütün unsurların sınırlarını çizen bir din halinde algılanır olmuştur. Bu da toplumda giderek bunalımın ve gerilimin artmasına ve yaygınlaşmasına sebep olmuş, insan hayatını kolaylaştıran ve onu rahata kavuşturan bilim, kutsaldan kopuş ve Tanrı’ya yabancılaşma hareketi sebebiyle bizzat insanın varlığını tehdit eden bir unsur haline gelmiştir. Bir anlamda  Albert Einstein’in  “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır”  sözünün gerçekleştiği bir ortam oluşturmuştur.

İslam Dini ise tarihinde iki kez  Batı kültürü ile karşılaşmış ve bu kültürle etkin olarak iletişimde bulunmuştur. Bunlardan birincisi miladi sekizinci yüz yılın sonlarında Yunan kültürüyle, ikincisi ise Osmanlı Devletinin Viyana bozgunundan sonra Batı kültürüyle olan karşılaşmasıdır. Birinci karşılaşmada İslam dini, merkezde olarak etkinliğini büyük oranda korumuş ise de, ikinci karşılaşmada İslam dininin Batı düşüncesinden etkilenmesi, birincisine oranla daha farklı, sancılı ve sorunlu olmuştur. Birinci karşılaşmadaki ilişki bilgi ve bilim alanlarında yoğunluk arz ederken; ikinci karşılaşmadaki ilişki, ilk dönemdeki gibi sadece bilgi boyutu ile sınırlı kalmamış, ayrıca “değer”ler üzerinden de olmuştur.

Osmanlı Devleti, Viyana kuşatmasına kadar Batı kültürü ile askeri alanlardaki temasları hariç, kültürel, sosyal ve ekonomik alanlarda her hangi bir temas içinde olmamış ve buna da ihtiyaç duymamıştır. Zira Bernard Lewis’in ifadesiyle “Klasik çağların Müslümanlığı için Frenk Avrupa, kendisinden güneşli İslam dünyasının öğreneceği hiç bir şeyi olmayan, pek az korkacağı bir dış barbarlık ve imansızlık kaynağı”[1]dır. Ne var ki Osmanlı ordularının Batı orduları karşısındaki devamlı yenilgileri, Osmanlı devlet adamlarına, önce Batı’nın askeri alandaki üstünlüğünü daha sonra da teknik ve kültürel alanındaki üstünlüğünü kabule zorlamış, neticede Osmanlı Devleti’nin kurumlarının yenilenmesi ve bunun için de Batı’nın bazı kurumlarının alınması gerektiği sonucuna varılmıştır.

Bu anlayış, Osmanlı aydınını da etkilemiştir. Nitekim Tanzimat’la birlikte Batı’ya açılan Türk aydınının, özellikle Pozitivizm, Rasyonalizm ve Materyalizm gibi felsefi düşüncelerden büyük oranda etkilendiği görülmektedir. Bu etki sebebiyledir ki dinî ilimleri bilen, fakat Batı kültüründen ve biliminden haberdar olmayan din adamlarının yanında; İslamiyet’ten haberi olmayan, sadece Avrupa’yı gören ve tanıyan, Batılı değerler için çaba gösteren aydın bir zümre de oluşmuştur. Bu iki grup arasında cereyan eden ilmî, fikrî ve felsefi mücadele neticede, XIX. yüzyıl Osmanlı’sının sosyal yapısını düalist bir yapıya dönüştürmüş, eğitimde geleneksel medrese ile yeni açılan Batı tipi okullar, orduda alaylı subaylarla mektepli subaylar, hukukta şer’i ve karma mahkemeler bu düalist yapının ana unsurlarını oluşturmuştur.

Bu sosyal yapı, Türkiye’yi Batılılaştırmamıştır ama etkinliği hatırı sayılır düzeyde olan bir aydın çoğunluğu maalesef oryantalistleştirmiştir. Türk aydınının oryantalistleşmesi ise kendine özgü yeni bir kimlik ve aidiyet aramasına; karşısındakilere  ise olumsuz bir kimlik atfetmesine sebep olmuştur. Neticede gelenekçi-modern veya ilerici-gerici ayırımı, bu oryantalist anlayışın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu kimlik, batılılaşmayı değil, oryantalistleşmeyi yani kendi toplumunun insanını “Avrupalı gözüyle” seyredip değerlendirmeyi hedeflediği için “biz” ve “onlar” şeklinde bir ayırımla maalesef ikiye bölmüştür. Böyle bir olgunun oluşmasında ve devamında ise mekteplerin ve özellikle edebiyatın önemli bir rol üstlendiği görülmektedir. Bilhassa Pozitivizmin yaygınlaşmasında ve etkisinin hala devam etmesinde edebiyatın rolü inkâr edilemez.

Pozitivist düşüncenin zihinlerde bıraktığı tortuları ve sosyal hayattaki izlerini görebilmek için Tanzimat sonrasında ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında yazılan şiir, roman ve hikâye gibi edebî eserlere bir göz atmak yeterli olacaktır. Çünkü edebi eserler, toplumsal olayları, düşünceleri ve olguları yansıtan bir ayna işlevi görürler. Bu nedenle de edebî eserlerde yer alan fikir, düşünce ve sosyal olayların hayatta daima bir karşılığı mevcuttur. Nitekim Tevfik Fikret ile Mehmet Akif arasında geçen o bildik tartışma bunun en bariz örneğidir. Ayrıca Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece’si ile Yakup Kadri’nin Nur Baba’sını da bu bağlamada zikredebiliriz

Bu sebepledir ki sanayi devrimi ile başlayan kök değerlerle güncel değerler çatışması sonucu ortaya çıkan sorunlara çözüm bulmada geleneksel dini anlayışlar, yeterli olmamış veya olamadığı görülmüş; bunun için de yeni yorumlara ihtiyaç duyulmuştur. Özellikle hürriyet ve eşitlik gibi değerlerle, kadın hakları konusunun en çok yoruma ihtiyaç duyulan konular arasında yer alması bir tesadüf değildir. Nitekim Tanzimat sonrasında Osmanlı devletinin, toprak mülkiyeti hakkı konusunda kadın-erkek eşitsizliğini giderecek düzenlemeler yapmış olması böyle bir ihtiyacın sonucudur. Bu uygulama, aynı zamanda 19. yüzyılda Avrupa’da yaygınlaşan feminizm hareketinin Osmanlı kadın hareketlerini ne denli etkilediğini göstermesi açısından da önemlidir. Ancak bu hareketin sosyolojik, psikolojik, dinî ve kültürel farklılıklar nedeniyle İslam ülkelerinde farklı şekilde algılandığını da unutmamak gerekir.

 İslam âleminde, İslam dininin mahiyeti ve muhtevası gereği Hıristiyanlık dünyasında görüldüğü şekilde ve gerçek anlamda bir ilim-din çatışmasının varlığı asla söz konusu olmamıştır. Ancak fikir ve ilim adamları  vasıtası ile Kiliseye karşı yaptığı ilmî ve fikrî mücadelesinde galip gelen Batı dünyası, ilim, teknik, sanat ve kültür alanlarında ilerleyip de İslam âlemini etkilemeye ve askerî alanda Müslüman ülkeleri sıkıştırmaya başlayınca, birçok kimse tarafından, İslam âleminin bu sahalardaki geriliğinin tek müsebbibi olarak İslam dini görülmüş ve Hıristiyanlık’ta olduğu gibi, “İslam’ın da ilme ve terakkiye mani olduğu” düşüncesi ortaya atılmıştır. Nitekim İslam  Dini’nin toplum hayatına bir şey veremediği, problemleri çözemediği dolayısıyla toplum hayatından uzaklaştırılması gerektiği; İslam’ın medenî bir din olmadığı, hatta medeniyete ve bilime karşı olduğu düşüncesi seslendirilmeye başlanmıştır. Bu düşünceyi ilk defa seslendirenler arasında Türkiye’ye 1806’da gelmiş, uzun süre Türkiye’de kalmış ve büyükelçilik unvanını kazanmış olan İngiliz Strafford Canning,“Osmanlı İmparatorluğunun, Avrupalılaşması için, İslamiyet’ten ve onun müesseselerinden ayrılmasının şart” [2] olduğunu ileri sürerken; Ernest Renan da 1883’de  Sorbonne’da verdiği “İslam ve İlim” adlı konferansında İslam ve ilmin, dolayısıyla İslam ve modern uygarlığın birbiriyle uyuşma halinde olmadığını, çağındaki İslam devletlerinin geriliğinin ve çöküntüsünün yeni fikirleri kabule kapalı bir inançtan kaynaklandığını iddia etmiştir.[3] Bu iddia İslam âleminde aktif tartışmaların da adeta fitilini ateşlemiştir.

Bu tartışmalar, İslam âleminde zamanla bir kısım insanları önce aşağılık duygusuna daha sonra da “Batı”nın kucağına itmiş ve neticede Batı medeniyeti ve değer yargıları bu insanların arasında yerleşmeye başlamıştır. Hatta bu kimseler nazarında İslamiyet, Batı’da Rönesans’la birlikte başlayan ilim-din çatışmasında yenik düşen Hıristiyanlık gibi terk edilmesi ve bırakılması gerekli zait bir unsur olarak telakki edilmiş ve insan hayatından eskimiş ve yıpranmış bir elbise gibi çıkartılıp atılması gereken bir din olarak algılanmıştır. Bu da İslam âleminde değerler çatışmasının başlamasına sebep olmuştur. Bu Çatışma halen devam etmektedir.

Sanayi devrimi ile birlikte oluşan ve gelişen bilim ve teknoloji medeniyetinin, zamanla endüstriyel ve finansal kapitalizme dönüşmesi ve dünyada yeni güç odağı haline gelmesi, sadece İslam âleminin değil, insanlığın da topyekûn travmasına sebep olmuştur. Öyle ki Batının asimilasyon ve eliminasyon yöntemleriyle kitleleri sömürmeye başlayan bu gücüne, finansal kapitalizmin gücü de eklenince, bu güç daha da acımasız olmuş; evrensellik, akıl ve insan haklarıyla tanımlanan moderniteyi parçalayarak “öznel” dünyamızı da yönetir hale gelmiştir. Bunu da algı operasyonları yaparak başarmıştır. Bu güç, sadece maddi kaynakları değil, insanların düşüncesini yönlendirme kapasitesine de sahiptir. Bu nedenle dünyanın her yerinde, seçimleri, kararları, yani siyasî ve ahlakî sübjektif faktörleri yaratıp etkileyebilmektedir.  Nitekim bugün Batı dünyasında, yani ekonomik olarak dünyanın büyük bölümünde sermayenin yarıdan fazlası, üretim ekonomisi dışındaki projelerde kullanılır hale gelmiştir.

 Bu nedenle parayı araç değer olarak gören İslam’ın, parayı amaç değer olarak gören finansal kapitalizm karşısında, bir dayanma gücünün kalmadığı, hatta bu güce teslim olduğu görülüyor.  Buna bağlı olarak  da Müslümanların da parayı amaç değer orak gördükleri müşahede ediliyor. Tarihî süreç içinde sürekli gelişen egoizmin yanına bir de kapitalizmin etkin bir dünya görüşü olarak ortaya çıkarttığı hedonizm eklenince, hem İslam âlemi hem de insanlık böyle bir psikolojik travmayı atlatacak bir imkana veya bir medeniyet projesine sahip bulunmuyor. İnsan bütünlüğünün parçalandığı, onun sadece belli yanlarının merkeze alındığı bir medeniyet anlayışının ise çağımız insanına sömürüden ve zulümden başka vereceği bir şeyi bulunmuyor. İnsanı sadece ekonomiye indirgeyen/ho­mo-ekonomikus anlayışın yerine insan bütünlüğünü ve dengesini hedefleyen “kişilikli insan olma” anlayışı ikame edilmedikçe bundan kurtulmak da imkansız görülüyor.

Şunu unutmamak gerekir ki, insan olarak doğmak başka, insan olmak daha başka bir şeydir. İnsan olarak doğmada insanın iradesi yoktur, ama “kişilikli insan olma” sında mutlaka bir irade söz konusudur. Bu nedenle insan sözcüğü, verilmiş bir kimliği ifade ettiği halde, “insan olma” kazanılmış bir kişiliği ifade eder. İnsanı değerli kılan da ondaki bu insan olma niteliğidir. Yüce Yaratıcı’nın insanı, insan olarak yaratması hiç şüphesiz onun için bir onurdur, ama insanın da kendisine bahşedilen bu onura layık olacak davranışlarda bulunması ve onu hak etmesi/kazanması gerekmektedir. Bunun için de insan, fıtrî yetilerini şerde değil, hayırda ve Yüce Yaratıcı’nın arzu ettiği istikamette kullanmalıdır. Bir başka ifade ile insan, sadece insan kimliği ile yetinmemeli, aynı zamanda insan kimliğinin gerekli kıldığı kişilik özelliklerine de sahip olmalıdır. Bu da ancak doğru tercihlere dayalı bir çaba, eğitim ve  bunu sağlayacak sağlam bir irade ile mümkündür.

Ne var ki günümüzün insanı, “kişilikli insan olma” yı değil de hedonist, egoist ve narsist düşüncelerin etkisinde kalmayı daha çok tercih eder gibidir.  Bu nedenle birçok Müslüman’ın bazı dinî değerleri metalaştırdıkları, hatta bu metalaştırmanın gittikçe arttığı ve her geçen gün bunun daha çok taraftar bulduğu görülüyor. Bu anlayış, Müslümanlar arasında  yaygınlaşır ve  toplumlara egemen olursa,  gelecek için bir medeniyet projesinden bahsetmek, hayalden öteye geçemeyecektir.  Şayet günümüz insanı, insanlığını yok eden  bu benzeri her türlü  olumsuz anlayışlardan uzaklaşıp kendine gelebilir; “insan olma” yı tercih eder ve bunun çabası içinde olursa, gelecek için insan onuruna ve şahsiyetine dayalı bir medeniyet projesinin gerçekleşmesi konusunda karamsar olmamak gerekir.  Yeter ki Yüce Yaratıcı’nın koyduğu “Allah, kendi benliğinde yaşattığı olumsuzlukları, olumlu yönde değiştirmeye çalışmadıkça bir toplumu, asla değiştirmez!”[4]  kuralını,   bilgi boyutundan  bilinç boyutuna taşıyarak  hayatımıza yansıtabilelim.  Şunu da unutmayalım: “Allah cevizi  yaratmış,  fakat kırmasını insana bırakmıştır”.

Prof. Dr. Celal Kırca

MİRATHABER.COM  -YOUTUBE-

YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ 


[1] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev. Metin Kıratlı, Ankara, 1970, s.35.

[2] Hüseyin Atay, Memleketimizde İlim ve Din Anlayışı Üzerine, İlahiyat kültesi Dergisi, c. XVII, s- 91. Yıl, 1969. William R.  Polk and Richard  L. Chambers,  Beginnings of Modernization in the Middle East the Nineteenth Century, 1968 Chicago’dan alınmıştır.

[3] Celal Kırca, Kur’an-ı  Kerim  ve Modern  İlimler,  İstanbul,1981, s. 105

[4] Ra’d,13/11.


[1]  Celal Kırca, Kur’an ve Sosyal Hayatımız, Ankara,2018, s. 144-153’den  bazı kısaltmalar ve  düzeltmeler yapılarak iktibas edilmiştir.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.