Ne kadar büyük bir tavafuk değil mi? 28 Şubat Post-Modern darbesinin yıldönümünde, rahmetli Prof. Dr. Necmettin Erbakan hocamızın da ölüm yıl dönümünü… Bu büyük bilim ve ilim adamına yapılan haksızlıkların adı olan 28 Şubat darbesinin yıldönümünde darbeyi yapanları pekte hayırla yaddetmezken, hocamızı dualar ile rahmet ve minnet ile anıyoruz. Ruhu şad olsun!
Necmettin Erbakan hoca, kişilik olarak mükemmel bir insan olmasının yanında, bir siyasetçi ve devlet adamı olarakta sıradışı ve muhteşem bir insandı. Hiç şüphesiz onun mükemmelliği ve muhteşemliği her alanda kendini göstermiş, ancak ülkemizde ki spastik siyaset anlayışı onun bu özelliklerini gölgede bırakmıştır.
Necmettin Erbakan hocamız, ağır ceza hâkimi (Mehmet Sabri efendi) bir babanın oğludur ve iyi bir aile terbeyesi almıştır. Babası ona “Dinin yıldızı” manasında Necmeddin (نجم الدین) ismini vermiş, o da bu ismin hakkını verebilmek adına, adeta bir ömür harcamıştır.Sevgi dolu, nazik ve kibar bir insan olan Necmettin Erbakan, siyasi rakiplerine bile cevap verirken tebessümünü ve nezaketini hiçbir zaman kaybetmemiş korumuştur. Her durum ve şartta olgun davranmayı başarmış, 28 Şubat gibi bir darbeye maruz kalmasına ve Milli güvenlik Kurulunda kendisine yapılan dayatmalara rağmen, dışarıya bunları aksettirmemeye çalışmış “Biz askerlerimiz ile uyum içinde çalışıyoruz” açıklamaları yaparak, kendisine siyasi linç girişiminde bulunanlara inat, halk nezdinde TSK’nin yıpranmaması için gayret sarfetmiştir. İşte bunu ancak, egolarını yenmiş, kendisine güvenen ve ne yaptığını bilen, kendisinden ziyade milletini ve devletini düşünen bir devlet adamı yapabilirdi.
Erbakan Hocamız çocukluğu ve gençlik yılları dâhil, hak ve adalet ölçüsünde davranmayı kendine düstur edinen bir kişiliğe sahipti. İstanbul Erkek lisesini birincilikle bitirmesine ve birincilerin istedikleri fakülteye imtihansız girebilme imkânına sahip olmasına rağmen bunu kabul etmemiş, sınava girmiş ve sınıvı da birincilikle kazanarak İstanbul Teknik Üniversitesi makine yüksek mühendislik okuluna kaydını yaptırmıştı. Erbakan Hoca zeki ve imanlı bir insandı. Bu sebepledir ki kariyer basamaklarını çok hızlı çıkacaktır.
1948-1951 yılları arasında “Motorlar kürsüsü”nde asistan olarak ders veren Erbakan, Almanya’da Aachen Teknik Üniversitesinde doktorasını yaptı. Erbakan Hoca’nın ilim ile bilim adamı olarak burada yaptığı çalışmalar gerçekten göz dolduruyordu. Klockner Humboldt Deutz AG motor fabrikasına davet edilen Erbakan, burada Leopard tankının tasarımında başmühendis olarak görev yaptı. Hoca burada da klasını konuşturacak ve Leopard tank motorunun yanma odasının çizimlerini bizzat kendisi yapacaktır. Çünkü hoca kendi deyimiyle “İbadet aşkıyla” çalışmaktadır. Yine onun espirili üslubu ile buraya kayıt düşelim ki “İnançlı insan tekeden süt çıkarmayı başarabilir”
Necmettin Erbakan Hoca, 1954 yılında İTÜ’de doçent olduğunda 27 yaşındaydı ve bu yaşlarda doçent olmayı başaran ilk insandı. 1965 yılında Profösör ünvanını alan Erbakan, 25 Mayıs 1969 yılında TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) genel sekreterliğine seçilmişti ama burada siyasetin kirli yüzüyle karşılaşacaktı. Okul arkadaşı olan Süleyman Demirel Başbakandı ve yapılan seçimleri iptal etti. Erbakan seçimler iptal edilince 8 Ağustos 1969 tarihinde başkanlığa zoraki bir şekilde veda etmek zorunda kaldı.
Şüphesiz Erbakan Hoca’nın sıradışı hayatını birkaç cümle ile özetlemek mümkün değil. Ama asıl konumuz olan 28 Şubat sürecini, kısaca da olsa anlatmak adına böyle bir giriş yapmak durumundaydık. Zira 28 Şubat sürecinde hocamıza söylenen “Gerici, yobaz, din taciri, takunyalı” gibi benzetmelere hala inanan varsa, o’nun hayatını kısaca da olsa araştırma zahmetine girsinler.
Darbeler karanlık olaylardır ve karanlık ilişkiler içerir. Heleki 28 Şubat Post-Moder darbesinden söz etmeye kalkarsak, darbenin perde arkasında ki ilişkeler, farklı bir şekilde çetefelleşir. Ama şu kadarını söyleyelim ki darbeler konusunda ki genel kanı, sonuçlarından yola çıkarak sebepler bulunmaya çalışılırsa, perde arkasında ki karanlık ağları ve ilişkileri deşifre etme noktasında başarı yakalanabilir.
Biz maalesef darbeler ülkesi olarak tarihe geçmiş bir milletiz. Osmanlı döneminde Yeniçeri ayaklanmaları ile padişahın değişmesi de bir çeşit darbedir. Genç Osman’ın yedi kule zindanlarında öldürülmesi, Abdülaziz’in tahtan indirildikten sonra iki bileğinin birden kesilerek intihar etti denilmesi, II. Abdülhamit Hanın dış güçler ile birlikte hareket edilerek ittihatçılar tarafından görevden uzaklaştırılması da Osmanlı döneminden bir çırpıda sayıvereceğimiz darbelerdir.
Oysa şu unutulmamalıdır ki, darbe yapılarak yönetimin el değiştirmesi olayı, “devletin bekasını, milletin ise zekâsını hafife alma” teşebbüsüdür. Elinde silah olan insanların, “Demokrasiye balans ayarı yapıyoruz” demelerinin de inandırıcı bir yanı yoktur. Çünkü yaptığınızı zannettiğiniz balans ayarı, millete rağmen yapılmaktadır ve bu ayarın sonunda ülke maddi ve manevi birçok zarar görmektedir. Heleki 28 Şubat darbesinde olduğu gibi, halkın dikkatini oynattığınız maymunlara çevirip, diğer taraftan bankaların içini boşaltırsanız, gün gelir bu millette size bir balans ayarı çeker…
Darbelerin en absürt taraflarından bir tanesi de üzerinden yıllar geçmesine rağmen yapılan darbeleri kabul etmeyip eleştirmek, yanlışlarını ortaya koymak yerine, o darbelerin gerekliliğini savunan insanların olmasıdır. 27 Mayıs 1960 darbesi bir Başbakanın iki bakanın asılmasıyla neticelenmesine rağmen, hala günümüzde bu kanlı darbeyi bile savunan bir zihniyetin olması, demokratik teammüleri içine sindirememek demektir ki, tehlike tam da burada başlamaktadır. Bu, yeni bir darbe olması ve o yapılacak olan darbeden medet ummaktan başka bir şey değildir.
90’lı yılları kısaca tahlil etmezsek, 28 Şubat sürecine giden yolu tam olarak anlayamayız. Zira bu yıllar ülkemizin karanlık yıllarıdır ve hala günümüzde cevap bekleyen soruları vardır. Bu sebepledir ki 90’lı yıllar, ülkemizin yaşadığı en ilginç yıllardır. ADD başkanı Prof. Dr: Muammer Aksoy, Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Çetin Emeç, İlahiyatçı akedemisyen Bahriye Üçok, Cumhuriyet gazetesi yazarı Uğur Mumcu cinayetlerinin faiileri, devlet zirvesinin namus sözü vermesine rağmen bir türlü bulunamamıştı. Laik Cumhuriyeti savunan aydınların tek tek öldürülmesi ve hiçbirinin faillerinin bulunamaması, “Bu cinayetlerin arkasında kim veya kimler var?” sorusunu akla getiriyordu. Bu cinayetlerin failleri olarak ortaya sunulan insanların, gerçek fail olmadığı da yıllar sonra ortaya çıkacaktır.
Turgut Özal’ın 17 Nisan 1993 yılında beklenmedik bir şekilde ani ölümü ve bundan tam iki ay önce Jan. Genel Komutanı Eşref Bitlis’in uçak kazasında ki ölümü, insanların kafalarında bir soru işareti daha bırakıyordu. Yine aynı yıl içerisinde Adnan Kahveci’nin de bir kazada hayatını kaybetmesi, olanların kaza değil de suikast olabileceğini herkes düşünüyor ama dillendirmek istemiyordu. Durum vahimdi.
Ülkede neler oluyordu? Yoksa birileri ülkeyi karıştırmak, kaos çıkarmak ve bu kaostan nemalanmak adına, bir yerlerden düğmeye mi başmıştı acaba?
Aslında olanların açıklaması ve değerlendirmesi tek bir noktada birleşiyordu. 1991 yılında dağılan S.S.C.B’inden sonra Komünizm tehlike olmaktan çıkmış, NATO kendine yeni bir düşman bulmuştu. Artık Nato için tehlikenin rengi, kırmızıdan yeşile dönmüştü. Bölgenin ise en tehlikeli Müslüman ülkesi Türkiye’ydi.
Bu yıllarda, bir taraftan PKK terörünün zirve yapması, diğer taraftan faili meçhuller, İSKİ ve ASKİ gibi yolsuzluklar, siyasetin önünde çözüm bekleyen denklemler manzumesi olarak duruyordu. Ama bu denklemeleri çözebilen bir siyasi otorite de yoktu maalesef. Belki de bu olayları çözmesi gerekenlerde bir bir öldürülüyordu. Zira Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ve Eşref Bitlis’in ölümleri hakkında ki sır perdesi, üzerinden yıllar geçmesine rağmen hala bugün dahi kalkmış değil.
1993 yılı ülkemiz için kapkara bir yıl olmuştu. Cinayetler, skandallar, tırmanan terör olayları ve Sivas olayları… Ülke adeta yangın yeriydi. İşte tam da bu ortamda Refah partisi, Adil düzen sloganı ile ortaya çıkmış, maddi ve manevi baskı altında olan halk kitlelerine çözüm önerileri sunuyordu. Erbakan, seküler sistemin içinde problemlerin çözülemiyeceğini, çözüm için yapılanların pansuman tedavisinden öteye geçmediğini ve kanserli hastalara aspirin verilmesi gibi bir şey olduğunu dile getiriyordu. Erbakan Hocaya göre Türkiye’de yüzlerce parti yoktu. İki tane parti vardı. Refah partisi ve batı taklitçisi diğer partiler…
Evet, bu sözler doğru olabilirdi ama birilerinin hoşuna gitmeyecek söylemlerdi bunlar. Öyle ya, artık Nato’nun yeşil korkusu vardı ve yeşil, nato için büyük bir tehlikeydi. Dolayısıylada Erbakan Hoca’nın söyledikleri, “Batı taklitçileri, emeğin hakça bölüşüldüğü Adil Düzen” söylemleri… Bunlar birileri için hoş şeyler değildi. Sonra o birilerine göre, “Erbakan Hoca da kim oluyordu ki?”
Hoca’nın bu söylemi halk nezdinde karşılık bulmuş, 1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi % 18.9 oy oranıyla üçüncü parti olmasına rağmen, İstanbul Ankara, Diyarbakır, Konya gibi büyük şehirler dahil 324 belediyeyi kazanmıştı. Ankara ve İstanbul’u Refah partisinin kazanması, laik çevreler tarafından şaşkınlıkla karşılanmıştı. Hatta Ankara’da seçim sonrası Melih Gökçek’in mazbatası geciktirilmiş, bu süre içinde de bazı kesimler sokaklara inerek “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganlarıyla yürüyüşler yapmışlardı. Belki de bu yürüyüşler, ileride yaşanacak olan 28 Şubat sürecinin ilk provalarıydı…
5 Nisan kararlarına ve birçok alanda olduğu gibi belediye gelirlerinin merkezi hükümet tarafından kesilmesine ve kuşa çevrilmesine rağmen Refahlı Belediyelerin başarılı hizmetlere imza atması, 1995 Genel seçimlerinde Refah Partisinin %21 oy oranı ve 142 milletvekili ile birinci parti çıkmasına vesile olacaktır.
Bu seçimlerden önce yaşanan olaylardan bendenizin hatırında kalan birkaç olay var. Zannediyorum ki bu olaylar, 28 Şubat darbesinin perde arkasına kapı aralayabilir. Seçimlerden önce yapılan kamuoyu yoklamaları RP’nin birinci çıkacağını gösteriyordu. Aslında bu noktadan sonra bazı çevreler harekete geçti. Seçimlerden birkaç gün önce Genel Kurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Bolu Komando Tugayında yaptığı konuşmasında, laiklik vurgusu yapmış, laiklik karşıtı söylemlere fırsat verilmeyeceğini pekte nazik olmayan bir dil ile ifade etmişti. Cumhurbaşkanı Demirel ise “Seçimlerden birinci parti olarak çıkana, hükümet kurma görevinin verilemiyebileceğini, bunun şart da olmadığı” mealinde sözler sarfediyordu. Hâlbuki Demirel, bir önceki seçimlerde kendisi için de söylenen bu sözlere çok sert tepki göstermiş, “Gök kubbeyi başlarına yıkarız” demişti.
RP’nin birinci parti çıkmasından sonra, hükümet kurma çalışmaları başladı ama ANAP ve DYP, “RP’si ile ortak bir hükümet kurmayacaklarını açıkladılar. Daha sonrasında iş dünyası ve özellikle de TÜSİAD’ın baskıları ile kurulan ANAP-DYP azınlık hükümetini Ecevit dışarıdan destekledi. Fakat bu hükümette çok gitmeyecek ve Erbakan’ın, güvenoylamasını Anayasa mahkemesine götürmesi ve mahkemenin güvenoylamasını iptal etmesiyle Mesut Yılmaz başbakanlığında kurulan hükümet, üç ay gibi kısa bir süre içinde istifasını verecektir.
(DEVAM EDECEK)
Selam, saygı ve muhabbetlerimle…