Prof. Dr. Ali Seyyar
İslâm dininin Almanya’daki konumu bağlamındaki ilk ciddî tartışma, eski cumhurbaşkanı Christian Wulff’un 2010 yılında yaptığı konuşma ile başlamıştır. Konuşmasında yabancı Müslümanların Alman toplumuna uyumları noktasında ihmal edilen bazı konulara temas etmişti Wulff. Bütün aile fertleri için Almanca dil kursları, okullarda ana dilde ders imkânları, Almanya’da yetiştirilmiş öğretmenler aracılığıyla Almanca olarak İslâm dini dersi verilmesi gibi konuları gündeme getiren eski cumhurbaşkanı, yabancıların Almanya’ya aidiyeti pasaportları, farklı aile biyografileri ve inançları ile sınırlı tutulmaması gerektiğini savunmuştu.
Müslümanların konumuna da bu bağlamda daha geniş bir perspektiften ele alınmasının gerekliliğini öne sürmüş olan Wulff, bu anlamda nasıl ki Hristiyanlık ve Yahudilik, tarihsel olarak Almanya’ya ait bir olgu ise İslâm da bundan böyle Almanya’nın bir parçası olduğunu ileri sürmüştü. Bu tespit veya dilek, sağ ve muhafazakâr kesimde pek itibar görmemiş olsa da demografik yapı ve sosyal gerçekler, İslâm’ın Almanya’daki kalıcı varlığını göstermektedir.
Şimdi ise Almanya’da yaşayan özellikle Müslüman gençlerin “radikal/aşırı İslâmcı ideolojilerin” peşinden gitmemeleri için, ne gibi tedbirlerin alınması gerektiği konusunda yeni tartışmalar yapılırken, Stephan Kramer, İslâm’ın Almanya’nın kalıcı bir unsuru olduğunu görerek, İslâmî dernekler ve cemaatlerin maddî yönden desteklenmesi gerektiğini talep eder.
Kim mi Stephan Kramer? Stephan Kramer, Almanya-Thürinden Eyaletinin Anayasa Koruma Dairesinin yani İstihbarat Teşkilatının başkanıdır. Ona göre İslâmcılık, bir tehlikedir ve bunun için ılımlı İslâmî kuruluşların desteklenmesi gerekmektedir. Alman istihbaratı, İslâmcılıktan siyasal İslâm’ı anlamaktadır. Onlara göre siyasal İslâm, İslâm’ın siyasî bir güç yani devlet olması yolunda şiddet içeren bir yönü olmasa da yapılan faaliyetlerdir. Böyle bir faaliyeti veya niyeti olmayan İslâmî cemaatlerin desteklenmesi ile İslâmcılığın da önüne geçilebilirmiş. Bir başka ifadeyle siyasal İslâm faaliyetleri, demokratik bir zeminde, legal yollarla yapılmış olsa dahî yine de tehlikelidir. Çünkü başta ceza hukuku olmak üzere İslâm devlet modeli, Almanya’nın anayasasına uygun değildir.
Almanya’daki İslâmî cemaatlerin yapısını yakından tanıyan Stephan Kramer, İslâmcı akımlara karşı ılımlı İslâmî cemaatlere destek verilmediğinde bu gibi kuruluşlar da başka kaynaklardan finans desteği alma durumuna kayabilirlermiş. Ne var ki Alman istihbaratına göre DİTİB, yani Almanya’da teşkilatlanmış olan Diyanet, her ne kadar siyasal İslâm ile direkt bir ilgisi olmasa da Alman kaynakları ile parasal olarak desteklenmemesi gereken bir kuruluştur. Sebebi çok açıktır. Alman istihbaratı, İslâmcılık davası gütmese bile Almanya’da başka bir devletin kontrolü altında olan bir İslâmî yapılanma istememektedir. Kısacası Alman devleti, kendi ülkesinde kendi kanunlarına uygun, Alman anayasasına sadakat gösteren Alman soslu bir İslâm’ın varlığını arzu etmektedir. Tıpkı Fransa’da olduğu gibi.
Öyle anlaşıyor ki bundan böyle Alman istihbaratı, bir taraftan Müslümanların kendilerince sakıncalı/tehlikeli olarak gördükleri İslâmcı akımlara kapılmamaları için tedbirler alacak, diğer taraftan da İslâm, Almanya’nın da bir unsuru olduğu kabul edilerek, Almanlaştırılmış bir İslâm’ın oluşumuna her türlü destek verecektir. Maalesef Almanya’da faaliyet gösteren İslâmî cemaatler, kendi aralarında Alman devletine karşı bir BİRLİK oluşturamadıkları için, İslâm’ın gelecekteki resmî/dinî konumu bağlamında makul bir proje geliştirememiştir. Böyle olunca Alman devleti, kendi hukuk anlayışı ve Bâtıl inançları doğrultusunda kapsamını daraltan, sadece sivil ve bireysel alana mahkûm eden reformlaştırılmış bir İslâm’ın oluşumuna izin verecektir.
Velhâsıl-ı Kelâm
Alman devleti, gerçek İslâm’ı bilmediği gibi, ne yazık ki gurbetçi Müslüman kardeşlerimiz de İslâm’ın evrensel insanî boyutunu tam olarak kavrayamadıkları için, Almanya’da İslâm’ın tebliğini gerektiği gibi yapamamaktadır. Tavsiyem, ilk önce kendi aralarında İslâm birliğine giden yolun sosyal diyalogtan yani meşveretten geçtiğini ve böyle bir BİRLİĞİN ancak ilim ve fikirlerin uzlaşması ile mümkün olabileceğini görmeleridir.
Bu bağlamda Hristiyan bir ülkede azınlık statüsünde olan Müslümanların fıkhı, Müslüman âlimlerince günümüzün şartlarına göre yeniden belirlenmeli ve birlikte barış içinde yaşamayı öngören bu fıkhî ilkeler, Alman devletine açıkça duyurulmalıdır. Dinde her türlü zorlamanın yasak olduğu gibi fıkhî ilkelerin Alman anayasasına aykırı olmadığı, bilakis uyumlu olmanın ötesinde sosyal yapıyı da ihya edici yönlerine işaret edilerek, İslâm’ın Alman toplumu için bir güven unsuru olduğu ikna edilmelidir.
Yabancı bir ülkede güven oluşturan zemin ise inanç hürriyet ve demokrasinin vücut bulduğu karşılıklı hoşgörüdür. BİRLİK halinde bu güveni sağlayabilen İslâmî cemaatlerin üyeleri ve dolayısıyla bütün Müslümanlar, Almanya’da huzur içinde İslâm’ı yaşayabilecek ve İslâm’ın dirilişine vesile olacaktır. İşte asıl o zaman İslâm, sadece Almanya’nın değil bütün Avrupa’nın vazgeçilmez bir unsuru olacaktır, biiznillah.