Yüce Yaratıcı, yarattığı kulunu elbette en iyi bilendir. En iyi bildiği içindir ki insanın fıtratında “minnet” duygusu ile birlikte “nankörlüğün” de bulunduğunu ifade ederek, “Biz insanı karışık bir sudan( döllenmiş yumurtadan) yarattık. Onu halden hale, şekilden şekle soktuk ve nihayet onu işiten, gören ve akleden bir varlık haline getirdik. Ona (doğru) yolu gösterdik. Artık o, ya şükreden biri, ya da nankör biri olacak”[1] der. Bu da gösteriyor ki insan, hem şükür hem de nankörlük etme potansiyeli ile dünyaya geliyor ve bu ikisinden birini seçme hürriyetine de sahip bulunuyor.
Şükür/teşekkür, “Yapılan bir iyiliğe karşı duyulan kıvanç ve gönül borcunu anlatma”[2] demektir. Diğer bir ifade ile iyilik yapana minnet duymadır. Bu minneti duyana da “şâkir/ şükreden” denilmektedir. Minnet ise “Yapılan bir iyiliğe karşı kendini borçlu sayma”[3] veya “görülen iyiliğe karşı teşekkürde bulunma”[4] dır. Ayrıca minnet kavramı, “yapılan iyiliği başa kakma”[5] anlamını da içermekte; bu nedenle de Kur’an’da bu tavrın açıkça kınandığı görülmektedir.[6] Şükrün Türkçe’deki kullanışında bir ayırım söz konusudur. O da Allah’a karşı duyulan minnettarlık için “şükür”, insanlara karşı duyulan minnettarlık için “teşekkür” kavramının kullanılır oluşudur.
Yapılan iyiliği gizlemeye çalışmanın, üzerini örtmenin adı ise “küfür” dür. Bunun Türkçe’ deki karşılığı “nankörlük” tür. Nankör, “Kendisine yapılan iyiliğin değerini bilmeyen kimse”[7]dir. Farsça’da ekmek anlamındaki “nân” ile görmeyen, kör anlamındaki “kûr” kelimelerinden oluşan bir kavramdır ve “yediği ekmeğin, gördüğü iyiliğin kıymetini bilmeyen, nimeti inkâr eden/kâfir-i ni’met” anlamına gelmektedir. “Kabul etmemek, reddetmek, hoş görmemek” anlamına gelen “inkâr” da sonucu itibariyle küfür ile benzer bir anlam taşır[8] ve bu tavrı sergileyene de “münkir” denilmektedir.
Câhiliye döneminde “küfür” kelimesi, somut alanda örtme ve gizleme anlamında kullanılan bir kavram olmasına ve bu yüzden “çiftçiye”, tohumu toprağa atıp üzerini örttüğüiçin “kâfir”[9] denilmesine rağmen Kur’ân’da bu kavram, somut alandaki anlamı bâkî kalmak kaydıyla, soyut alana taşınmış ve bu alandaki olguları örtme ve gizleme eylemi için de kullanılmıştır. Hattâ Kur’ân’da bu ikinci anlam, terimleştirilerek temel anlam niteliğine kavuşturulmuştur. Bu nedenle “kafir” denilince ilk defa Allah’ı, melekleri, vahyi ve gaybı örten, gizleyen, yok sayan kimse akla gelmektedir. Dolayısıyla küfür, hem imanın zıddı bir anlamı, hem de nankörlük anlamını ihtiva etmektedir. Bu nedenle Kur’an’da her iki anlamın da sıkça kullanıldığı görülmektedir. Her ne kadar küfür kelimesi, gizleme ve örteme anlamını taşısa da, sonuncu itibariyle inkarla eş anlamlı bir görünüm arz etmektedir.
Allah Teala, “Öyleyse (yalnızca) Beni anın, Ben de sizi anayım ve (yalnızca) Bana şükredin ve (sakın) nankörlük etmeyin”[10] buyurmakta; sonra da “Sizi yeryüzünde yerleştirdik ve orda size geçimlikler yarattık. (Buna rağmen) Ne kakar az şükrediyorsunuz ?”[11] diyerek kullarının kendisine az şükretmelerinden yakınmaktadır.[12] Zira şükür, kul olmanın bir gereğidir ve bir kulluk görevidir.
Şeyh Sadi Şirazî, bu kulluk görevini ve insanın neden Allah’a şükretmesi gerektiğini şöyle açıklar:
“İnsanın bir nefesinde iki şükür vardır. Biri yaşamak için temiz havayı alırken yapılması gereken şükür, diğeri de içimizde kirlenen havayı dışarı verirken lazım gelen şükürdür.”
Nefes alıp vermenin değerini, bugün dünden daha iyi anlıyoruz. Zira Covit 19’a yakalanarak ağırlaşan hastaların nefes alıp vermede çektikleri ıstırap, nefes alıp vermenin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu açıkça gözlerimizin önüne seriyor. Sadece nefes alıp vermede iki şükür gerekli ise insanoğlunun, Allah Teala’nın kendisine verdiği sayısız nimetler için ne kadar şükretmelidir ki O’na karşı minnet borcunu ödeyebilsin? Bu nedenle insanın, şükredeceği ilk varlık, Allah Teala’dır. Sadece şükür de de kafi değildir, aynı zamanda O’na hamd etmekte gerekmektedir. Çünkü hamde layık tek varlık yine O’dur.
Şükür, insana ulaşan nimetler için yapılırken, hamd insana ulaşan ve ulaşmayan bütün nimetler için yapılır. Hamd, övmek, yüceltmek demektir. Hamd, nimetlerini karşılıksız veren, bağışlayan ve ihsan eden Allah’a saygıyı; şükür ise yapılan iyiliğin karşılığında iyiliği yapana dil, kalp ve davranışla saygı göstermeyi ve övmeyi ifade eder. Şükür, minnet duygusudur, aynı zamanda vefayı gösterir.
Ne var ki insanoğlu, kendisine verilen nimetlere ve yapılan iyiliklere ya vefalı, ya da vefasız olur; hatta kimi insanların nankörlük ettiği ve Müslüman olmalarını bile başa kaktıkları görülmüştür/görülmektedir. Bu nedenle Allah Teala, “Bu bedevîler, ‘( Biz seninle savaşmadan) Müslüman olduk’ diye bunu senin başına kakıyorlar. Sen onlara deki ‘ Müslüman olmanızı başıma kakmayın. Eğer (imanınız konusunda) gerçekten doğru söylüyorsanız, imanı nasip ettiği için, asıl sizin Allah’a minnet borcunuz vardır” [13] diyerek böyle bir davranışı kınar. Bu ayetin nüzul sebebi olarak da Esed oğullarının Hz. Peygamber’e gelerek “Ey Allah’ın elçisi, biz Müslüman olduk, Araplar seninle savaşırken biz seninle savaşmadık” diye sitem etmeleri üzerine nazil olduğu; bunun üzerine Hz. Peygamber’in de “Bunların anlayışları ne kadar kıt, şüphesiz Şeytan onların dilinden konuşuyor” dediği nakledilir.[14]
Kul olması yönüyle insanın, Allah’a bir minnet borcu vardır ve bu borç da ancak O’na hamd ve şükür etmekle ödenmektedir. Zira Allah Teala, bizden bunu istemekte ve şöyle demektedir:
“ Beni anın, Ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin”[15]
“ Ve yine hatırlayın ki, Rabbiniz size, Eğer şükrederseniz, verdiğim nimetleri daha da artırırım, eğer nankörlük ederseniz, bilin ki azabım çok şiddetlidir diye bildirmişti.”[16]
Netice de şükreden de, nankörlük eden de karşılığını mutlaka görecektir. Bu gerçeği Allah Teala, Hz. Süleyman’ın dilinden şöyle açıklamaktadır: “Şükreden ancak kendi iyiliği için şükretmiş olur; nankörlük eden de bilsin ki rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, O büyük kerem sahibidir” [17]
İbn Sînâ’nın “İlim ve sanat takdir edilmediği yerden göç eder” dediği nakledilir. Bu sözün gereği, tarihin her döneminde yerine getirilmiş, bilim insanlarının ilim ve sanatın takdir edilmediği yörelerden, takdir edildiği bölgelere göç ettikleri görülmüştür. Tıpkı bunun gibi şükredilmeyen nimetlerin, günü ve zamanı geldiğinde nankörlük eden kişilerin elinden alındığı da bilinmektedir. “ Eğer Nankörlük ederseniz bilin ki azabım çok şiddetlidir” ayeti bunu ifade eder. Örnek olarak da Kur’an’da Karun gösterilir. Bu nedenle Allah Teala, kullarını sık sık uyarma ihtiyacı hissetmiştir. Nitekim Allah Teala’nın Lokman Hekim’e “hikmet” vermesi karşılığında ondan kendisine şükretmesini istediği; bununla da yetinmeyip insandan hem kendisine, hem de anne-basına teşekkür etmesini tavsiye ettiği görülmektedir.[18] Ayet, önce Allah’a şükür, sonra anne-babaya teşekkür edilmesini istemektedir. Daha sonra sıra elbette ki kendisine iyilik yapan kimselere gelecektir.
Allah’a şükür, insana da teşekkür etmek, iyi bir kul ve iyi bir insan olmanın göstergesidir. Zira Allah’a şükreden kulluk görevini, insana teşekkür eden de insanlık görevini yerine getirmiş olur. Şükür ve teşekkür hem sözle hem de davranışla olur. “Allah’a hamd olsun” veya “ Allah’a şükürler olsun” ifadeleri, sözle yapılan; yediğinden yedirmek veya giydiğinden giydirmek ise davranışla yapılan bir şükrüdür. Bir diğer ifade ile bir insanın, yediği yemekten bir kap komşusuna veya muhtaç olan birisine ikram etmesi, şükrün davranışa dönüşmüş şeklidir. Dolayısıyla şükür sözde kalmamalı, aynı zamanda eyleme de dönüşmelidir.
Bu nedenledir ki namaz bedenin, oruç sağlığın, zekat malın, tefekkür aklın, adalet ve merhamet vicdanın bir şükrüdür. Nitekim Hz. Peygamber’in bir defasında yoruluncaya kadar namaz kıldığını gören eşi Hz. Aişe’nin “Ey Allah’ın Resûlü, geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan günahlarını Allah Teâlâ bağışladığı halde, niçin bu kadar yoruluyorsunuz?” sorusu üzerine “ Ey Aişe! Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” [19] sözüyle cevap verdiği ve “Allah’ım! Seni anıp zikretmek, nimetlerine şükretmek, sana en güzel şekilde kulluk etmek için bana yardım eyle!”[20] diye dua ettiği de rivayet edilir. Hz. Peygamber’in Hz. Aişe’ye verdiği bu cevapta, namaz ile şükür arasında bir ilişki kurduğu görülmektedir. Bu da bize namazın, aynı zamanda bir şükür nişanesi olduğunu ifade etmektedir. Elbette ki diğer ibadetler de namaz gibi, bu kurala tabidir ve her biri birer şükür göstergeleridir.
İnsana teşekkür sözle olur, ama asıl teşekkür, “Teşekkür ederim” den daha öte bir anlam ifade eder. Bu teşekkür, vefalı olmaktır bir diğer ifade ile nankör olmamaktır. Zira vefa, dostluğu, sadakati, minnettarlığı ve bunların sürekliliğini ifade eder. Bu erdemlerin yokluğu da insanı, nankörlüğe götürür. Dolayısıyla vefa, yapılan iyiliklerin unutulmaması, iyiliğe karşı iyilikle veya daha güzeliyle karşılık verilmesidir. Daha açık bir ifade ile vefa; asaletin, samimiyetin, sadakatin, nezaketin insanın kişiliğine yansıması ve ondaki tezahürüdür. Dolayısıyla vefasızlık, asaletsizliği, samimiyetsizliği, sadakatsizliği ve nezaketsizliği gösterir. Asil bir ruha ve iyi bir eğitime sahip olanlar, vefasızlık edemezler/ etmezler. Her daim Allah’a şükür ve insanlara da teşekkür etmeyi, görev addederler ve bunu bir hayat tarzı olarak görürler, asla yüksünmezler ve büyük şevk ile yerine getirirler.
Ne var ki günümüzde bir kısım insanların, kendilerine yapılan iyiliği ve yardımı yeterli bulmadıkları; bu durumu kınadıkları ve eleştirdikleri; daha da üzücü olanı eleştirilerinde hakarete varacak ölçüde cömert, fakat teşekkür ve takdirlerinde ise o nispette cimri davrandıkları; “Bana ne yaptı ki” diyerek nankörlük ettikleri; Hz. Ali’nin minnet ve vefa duygusunu yansıtan “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” sözünün, onların nazarında bir anlamının ve değerinin olmadığı görülüyor. Böyle kimseler için atalarımız, “İyilik et denize at; balık bilmezse Hâlık bilir” demiş ve iyilik yapmaya devam etmenin doğru bir davranış olduğunu ifade etmişlerdir. Cevabını arayan soru şudur: Verilen nimetlere şükür ve yapılan iyiliklere teşekkür etmek, neden insana bu kadar zor gelmektedir?
Sonuç olarak bu konuda son söz, Hz. Peygamber’e aittir:
“Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez”[21]
“Allah’a şükretmeyen, insanlara teşekkür etmez; insanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükretmez. Allah’ın nimetini her zaman anmak şükür, bunu terk etmek ise nankörlüktür” [22]
[1] İnsan,76/2-3. Ayetin tercümesi, Hac,22/5 ve Mü’minun,23/12-14 ayetleri bağlamında yapılmıştır. İki yol için bkz, “ Biz ona eğri ve doğru iki yolu da göstermedik mi?” (Beled, 90/10)
[2] TDK Türkçe Sözlük, Ankara,2005, s.1967.
[3] TDK, s. 1399-1400.
[4] Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lügat,Ankara,1970, s.777.
[5] F.Devllioğlu, s.777.
[6] Bakara,2/262; Hucurat, 49/17
[7] TDK Sözlük,s.1456.
[8] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “kfr”, “nkr” madeleri.
[9] Hadid,57/20. ( Bu yağmurun bitirdiği, çiftçilerin de hoşuna giden bir bitkiye benzer.)
[10] Bakara,2/152.
[11] A’raf, 7/10
[12] Yusuf,12/ 38.
[13] Hucurat,49/17.
[14] İbn Kesir, Tefsiru’l Kur’an’il Azim, Mısır, Tarihsiz,7/369.
[15] Bakara,2/152
[16] İbrahim,14/7.
[17] Neml 27/40
[18] Lokman, 31/12,14.
[19] Buharî, Teheccüt,6.
[20] Ebû Dâvûd, Vitir, 26.
[21] Tirmizî, Birr” 35
[22] Tirmizî, Birr, 35