Prof. Dr. Ali Seyyar
Değerli Dostlar;
Nakliyeci olan bir arkadaşım, telefonla beni arayarak “Hocam; sana güzel bir haberim var. Ben şu anda atık kâğıt geri dönüşüm tesisine bir okulun kütüphanesinden aldığım kullanılmayan kitapları götürüyorum. Sen de gelmek ister misin dedi?” Bu fırsatı hiç kaçırır mıyım? Gerçi kamyonunda pek de aradığım türde kitaplar yoktu ancak tesise vardığımda dağ gibi yığılmış binlerce evrak, kâğıt ve kitap vardı. Maden arar gibi hemen girişimde bulundum. Aman Allah’ım ne değerli kitaplar yakaladım bir bilseniz. Yazık, bu kadar önemli eserler nasıl atılır? Onlarca kitabı böylece yok olmaktan kurtardım…
Onlardan birisi, Osmanlı Yayınevi tarafından neşredilmiş BÜYÜK DİNÎ HİKÂYELER kitabıydı. İçinde sûfîlerin hikmetli sözlerini ve örnek alınacak faziletli davranışlarını ele alan menkıbeler de vardı. Çocukluğumdan beri bu tarz keramet içeren menkıbelere bayılırım. Menkıbe deyip geçmeyin. Belki halk arasında menkıbe deyince tarikat şeyhleri ile ilgili uydurma, aslı astarı olmayan bir hadise anlaşılabilir. Lakin bir menkıbe anlatmak demek aslında hadiseyi gerçeklere uygun bir şekilde olduğu gibi anlatmak demektir. Bugün bir bilim insanı kimliği taşımama rağmen halen tasavvufa ve gerçek anlamda şeyh vasfı taşıyan maneviyat büyüklerine ve onların menkıbelerine ihtiyatlı da olsa ilgim artarak devam etmektedir.
İlgili kitapta Şeyhülislâm Ebussuud Efendi (1490-1574) ile Koca Mustafa Paşa Dergâhında postnişin olan Şeyh Sünbül Sinan Hazretleri (1452-1529) ile enteresan bir olay anlatılmaktadır. II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman dönemlerini idrak eden Sünbül Efendi, cuma günleri Ayasofya ve Fâtih camilerinde vaaz verirdi, vaazların ardından dervişleriyle Halvetî devranı icra ederdi. Devran, sûfîlerin topluca vecde gelip dönerek zikir yapmaları anlamına gelir. Ne var ki Sünbül Efendi’nin devran uygulaması, özellikle ulemâ arasında tartışmalara sebep olmuştur. İşte bununla ilgili olarak ilgili kitapta bir hikâye anlatılmaktadır.
Cenaze Namazını Papaza Kıldırtacağım
“Ebussuud Efendi, ilk zamanlar tarikata, rabıtaya pek inanmaz ve her karşılaştığında, Sünbül-i Sinan’a çok ağır sözler söyleyerek incitirmiş. Hatta bir defasında, münakaşa o raddeye gelmiş ki, Ebussuud Efendi, Sünbül Efendi’ye ‘Senin cenaze namazını papaza kıldırtacağım’ demiş. Sünbül Efendi de, ‘Amin’ demiş. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra Sünbül Efendi, vefatına yakın bir zamanda müritlerini toplayıp şöyle bir vasiyette bulunmuş:
‘Evlatlarım! Ben yolcuyum. Öteki âleme göçmek üzereyim. Vefatımdan sonra, musalla taşından kaldırıncaya kadar zinhar ağlamayacak ve hiç kimseye haber vermeyeceksiniz. Cenazemi Fatih camiine götürüp, namazımı da orada kılacaksınız.’
Sünbül Efendi, buyurduğu gibi vefat etmiş, sessizce teçhiz ve tekfin işi tamamlanıp Fatih Camiine götürülmüş. O gün Osmanlı hanedanından da bir kadın cenaze bulunuyormuş ki, protokol icabı namazını da, Şeyhülislam Ebussuud Efendi‘nin kıldırması icap ediyormuş. Ebussuud Efendi, önce erkek cenazenin, yani Sünbül Efendi’nin namazını (bilmeyerek) kıldırmış, sonra da Sultan hanımınkini kıldırmış. Ağlama yasağı da kendilerinden o anda kalkan Sünbül Efendi’nin müritleri ağlamaya başlayınca Şeyhülislam Ebussuud Efendi, cenazenin kim olduğunu sormuş, ama dünya sanki başına yıkılmış. Tabutun üzerine kapanarak, ağlaya ağlaya Sünbül Efendi’den af dilemiş. Büyük bir pişmanlık duymuş ki, hemen tarikat erbabı zatların eteğine sarılarak, inkâr ettiği hakikatlerin savunucusu haline gelmiş…”(1)
Gerçi tarih kaynakları Fâtih Camii’nde Sünbül Efendi’nin cenaze namazını Ebussuud Efendi değil de Şeyhülislâm Kemalpaşazâde (İbn Kemal) (1469-1536) tarafından kıldırıldı belirtilmektedir. Ama unutmayalım hadis, tefsir, fıkıh gibi dinî ilimler başta olmak üzere tarih, edebiyat, felsefe, dil ve tıp alanlarında eser vermiş olan ve “müfti’s-sekaleyn” (insanların ve cinlerin müftüsü) lakabıyla da anılan Kemalpaşazâde nihayetinde ulemadan olup, Şeyh Sünbül Sinan Hazretlerinin cenazesini kıldırmıştır. Doğrudur Kemalpaşazâde, tasavvufun asıl istikametinden sapmasını hoş karşılamamış, toplumun huzurunu tehdit edecek hareketlerin ortaya çıkmasını engellemeye çalışmıştır. Ancak peygamberimizin (sav) yolundan giden hakikî şeyhleri de takdir etmiştir. Bu dikkat çekici yaklaşımı, tarikata, rabıtaya mesafeli duran bütün İslâm âlimlerini düşündürmelidir.
İslâm’da Tarikat ve Rabıtanın Yeri
Lügat diliyle rabıta; kuvvetlendirme, iki şeyi birbirine bağlama, irtibat, hazır bulunmak, bağlılık manalarına gelmektedir. Aşağıdaki ayette rabıta, bu anlamlarda kullanılmıştır: َ
“O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (verdiği vesveseyi) sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için üzerinize gökten bir su (yağmur) indiriyordu.” (Enfal: 11).
Tasavvuf ilminde ise mürşit ile mürit arasındaki feyiz akışını sağlayan bağ anlamına gelen rabıtayı, sadece İlm-i ledün ve tarikata mahsus bir ıstılah olarak görmemek gerekir. Aynı zamanda sosyal münasebetleri de içine alacak şekilde; harpte, aile içinde, ana-baba ile evlat arasında; komşuluk ve akraba, hoca ve talebe ilişkilerinde de rabıtanın gerekli ve etkili olduğu bir gerçektir. Bu bağlamda Allah dostlarının vasıta edinilmesinin cevazına veya meşruluğuna delil olduğunu şu hadis-i şerif ile hatırlatmak yerinde olur.
“Muhakkak ki Allah, bir salih kul vesilesiyle komşularından yüz evden musibet ve belayı defeder.” (Nesâî, Tuhfe 13/385122).
İlm-i ledün konusunda; kimi ilim insanları Allah dostlarını anlamak ve kabul etmekten mahrum oldukları gibi bu mahrumiyet, onları rabıta ve teveccüh konusunda da epey şaşırtmıştır. Tarikattan nasibi olmayan, fıkıhtaki bilgisi de taklitten öteye geçemeyen bazı ilim insanları, Allah dostlarına olan bu teveccüh ve muhabbeti, onlara hâşâ ulûhiyet izafe etmek şeklinde zannederek, büyük bir yanılgıya düşmüşlerdir. Kişi bilmediğinin düşmanıdır. Bu idrak noktasına varamayan bazı bilim insanları, inkâr cihetine dahî gidebilmektedir. (2)
Oysa bu noktada Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in “En büyük idrak, idrakin acziyetini idrak etmektir.” sözünü düstur edinmek doğru olur. Nitekim en büyük İslâm âlimleri, bazı maneviyat büyüklerinde gördükleri akıl ve mantık ile izah edilemeyen bazı olağanüstü hallerini idrak edemedikleri halde bunun bir hakikat ve hatta İslâm’ın bir mucizesi olduğunu kabul etmiştir. Bizlere de düşen görev, Hz. Yunus Emre, Hz. Abdülkadir Geylani, Hz. İbni Arabi, Hz. Mevlana; Hz. Sadrettin Konevî, Hz. Bahâeddin Nakşibend gibi Allah dostlarını sevmek ve saymaktır. Çünkü onların her birisi, Peygamberimizin (sav) yolunu tâkip ederek, İslâm’ı tebliğ etmiştir. Peygamberimizi (sav) seven ve onun Sünnetini ihya eden İslâm büyükleri hiç sevilmez mi?