Meritokratik bir devlet, meritokrasiyi benimsemiş bir devlet düzenidir. Yani ilk başta adam kayırmacılığını reddeden böyle bir devlet, liyakate dayalı bir yönetim sistemi çerçevesinde özellikle personel istihdamında beceri, bilgi, azim, çalışkanlık, verimlilik, dürüstlük ve ehliyet bakımından başarılı olanları, en yüksek sosyal statülere ve en güçlü makamlara gelmelerine imkân tanır.
Prof. Dr. Ali Seyyar
Değerli Okuyucularım;
İlk önce kısa bir tanım yapayım. Meritokratik bir devlet, meritokrasiyi benimsemiş bir devlet düzenidir. Yani ilk başta adam kayırmacılığını reddeden böyle bir devlet, liyakate dayalı bir yönetim sistemi çerçevesinde özellikle personel istihdamında beceri, bilgi, azim, çalışkanlık, verimlilik, dürüstlük ve ehliyet bakımından başarılı olanları, en yüksek sosyal statülere ve en güçlü makamlara gelmelerine imkân tanır. Çünkü meritokrasi, “örgütlerin her kademesinde, özellikle de yönetiminde zekâ, çalışkanlık ve diğer manevî ve meslekî meziyetleri ile temayüz etmiş kimselere yer verilmesini ve yükselmenin yalnızca değer ve liyakat esasına dayanması gerektiğini savunur.”
Ne güzel bir idare sistemi değil mi? Ancak HAK-İŞ Uluslararası Emek ve Toplum Dergisinin son sayısında (2021, 10/26) Prof. Dr. Can Aktan’ın kaleme aldığı “Patolojik Meritokrasi: Distopya’ya Dönüşen Bir İmkânsız İdeal” makalesini okuyunca, meritokratik devletinin tesisinin o kadar kolay olmadığını da öğrenmiş olduk. Bu gerçek, maalesef Türkiye devleti için de geçerlidir. Peki, Türkiye’de neden güç ve yetkilerin, görev ve sorumlulukların imtiyazlı bir zümre, servet veya sosyal sınıftan ziyade bilgi, beceri, yeterlilik, yetenek, çaba, çalışma ahlâkı, erdem ve başarı temelinde dağıtıldığı bir sistemi kuramadık?
Can Aktan, çarpıcı bir şekilde bunun cevabını şu şekilde vermektedir: “Yalan ve cehaletle yaşamaya o kadar çok alışmışız ki, bazen idealler ile ütopyaları birbirine karıştırıyoruz; bazen de bir “imkânsız ideal”in bir “distopya”ya dönüşebileceğini aklımızın ucundan bile geçirmiyoruz. Tıpkı demokrasi gibi meritokrasi kavramını da zihinlerimize “doğru” bir kod olarak yerleştirdiğimiz için, bu kavramın olumsuz yönlerini göz ardı ediyoruz.” Burada Can Aktan’a bir itirazım olacak. Aslında meritokrasi kavramının olumsuz bir yönü yok sadece çürümüş bir toplumda ve adalet duygusundan uzaklaşmış bir yönetim anlayışında görülebileceği gibi meritokrasi de istismara açıktır. Lakin kamu yönetiminde bu istismarın yaygın olduğu durumlarda meritokrasi kavramı da distopyaya yani patolojik bir hâle dönüşebilmektedir.
Ama ifade ettiğim gibi, kabahati meritokrasinin kavramsal ideallerinden ziyade meritokrasiyi taşımaktan aciz yöneticilerde aramak gerekir. Çünkü etimolojik anlamda meritokrasi, bir “ütopya” özlemindedir yani idarenin iyi olduğu güzel bir yeri arzulamaktadır. Ne var ki arzu edilen gerçeklememiş ve durum, “kötü yer” anlamında distopyaya dönüşmüş ise bunun sebeplerini başka yerlerde aramak lazım. Bir düşünelim: Kayırma ve kollamanın söz konusu olmadığı, tüm organizasyonlarda âdil bir sınav ve performans sisteminin işlediği, hak edenlerin kazandığı ve atandığı, çalışanların layık oldukları makamlara yükseldiği bir sistemi hakkıyla yaşatabilsek, meritokratik devlet olma yolunda ilerleme sağlamış olmaz mıyız? Can Aktan’a göre bunu gerçekleştirmek, “hayal bir idealdir, ama sadece imkânsız bir idealdir…İşte bu yüzden meritokrasi, yaşadığımız dünya için sadece ve sadece bir ütopyadır…aslında ütopya olmaktan öteye bir distopyaya dönüşebileceğini göstermiş olur.”
Ne kadar karamsar bir bakış veya tablo değil mi? İtiraz mahiyetinde İslâm tarihinden Hz. Ömer ve Hz. Ömer bin Abdülaziz’in adalete dayanan meritokratik devletlerini zikredebilirdim ama bu sefer Can Aktan Hoca bana, “Ali bey, bunlar tarihten örnekler, gelelim günümüze” derse ben ne diyeceğim? Hocamız yoksa haklı mı? Tam da ağrıyan başım, bunlarla yoğunlaşmışken bir haber okumaz mıyım? Haber, şu şekilde verilmiş:
“Sen misin rektörün kızını sınavda kazandırmayan?: Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. N.C., kızının doktora sınavını kazanamaması üzerine ortalığı birbirine kattı. Sınav Değerlendirme Komisyonu Başkanı Doç. Dr. M. S., rektörün sınav öncesi görüşme talebini reddettiği için bölüm başkanlığından istifa ettirildi, ardından da kavga bahanesiyle açığa alındı.”
Bu haberi okuyunca birden ben de Sakarya Üniversitesinde yaşadıklarımı hatırladım. İyi niyetli olarak rektörümüze dekanın etik kurulu tarafından tespit edilmiş iki suç işlemesinden dolayı (evrakta sahtekârlık, zimmetine para geçirme) yönetmeliğe göre artık görevinden alınması gerektiğini bildirmeme rağmen herhangi bir işlem yapmadığı için, bölümdeki meslektaşlarımın talebi üzerine durumu YÖK’e bildirdim. (Türkiye’nin şartlarını benden daha iyi bilen meslektaşlarımın bu görevi bana vermeleri, kendilerinin “kurnaz” benim ise “saf” olduğumun bir belgesidir).
YÖK, rektöre ve dekana bir işlem yapmadığı gibi rektör, derslerimi de elimden alarak, beni üç dönem sürgüne gönderdi. İdare mahkemesi, her defasında rektörün aldığı haksız kararını iptal ettiği halde rektör, en son olarak 15 Temmuz sonrası bana iftira atarak, KHK ile görevimden atılmama sebep oldu. Meğerse rektörün YÖK ile arası iyi olduğu için, YÖK, görevini ihmalden dolayı ona soruşturma açma gereği bile duymadı. Sonuç mu? Suç işlemiş bir dekan, “yukarıdan” korunarak görevine devam etti ve rektöre de ödül gibi YÖK’te yeni bir görev verildi.
Beş yıldan beri hakkını aramakla meşgul olan Ali Seyyar’ın, bundan böyle memleketinde hak, adalet ve liyakate dayanan meritokrasinin uygulanabilirliğinin zihnî egzersizlerini yapması mümkün müdür? Yoksa Ali Seyyar da Can Aktan hoca gibi meritokrasinin boş inanç, hurafe, efsane ve retorikten ibaret olduğunu mu düşünmeye başlasa ne? Meritokratik devlet olamamanın sebebini Laik/Kemalist sistemde aramaktan vaz mı geçsem ne? Yoksa âdil bir idare sistemine sahip olamadığımızın en büyük sebebi, kendini muhafazakâr/Müslüman idareci gibi takdim edip de asabiyet, torpil, particilik, cemaatçilik, adam kayırmacılığı gibi dinimizde açıkça reddedilen bütün ahlâksızlıkları, makam ve kanun gücünü arkasına alarak, yapmakta bir beis görmeyen sahtekâr yöneticiler ve onları koruyan vurdumduymaz üst yöneticiler mi?
Şu bir gerçek, hukuk ve demokrasinin işlemediği bir toplumda meritokrasi bir hayal. Meritokrasinin olmadığı bir ülke, sosyo-ekonomik yönden de gelişemez. Meritokrasinin yerleşmesini engelleyen sistemin yanında bu sistemi değiştirmeye yanaşmayan nemelazımcı bürokratlar, idareciler ve siyasetçiler var olduğu sürece ülkemiz de hiçbir zaman huzur bulamaz.
İçim kan ağlayarak, Can Aktan’ın şu tespitlerini dikkate alma zamanı geldi: “Hak edenin hakkını aldığı; layık olanın layık olduğu makam ve görevlere seçildiği ve atandığı, kayırma ve kollamaya hiçbir şekilde izin verilmediği bir meritokratik devlet/toplum tasarımı, bir imkânsız idealdir ve bunun adı ütopyadır.” Madem öyle ben de daha fazla umutsuzluğa ve kötümserliğe kapılmamak ve ruh sağlığımı korumak adına bundan böyle “ütopik” düşünceler ortaya koymaktan vaz geçmeliyim. Bilmem başarabilir miyim? Bir şairin şu beyti, belki de hâl-i pür-melâlimizi en bariz bir şekilde özetlemektedir:
“Ehil isen bir gül yeter kokmağa / Değil isen gir bahçeyi yıkmağa.”