Takriben altı ay önce bir Cumhurbaşkanlık Kararnamesi ile Boğaziçi Üniversitesi’ne o malum üniversitenin dışından atanmış olan bir rektör, aynı yöntemle görevden alındı.
Prof. Dr. Ali Seyyar
Takriben altı ay önce bir Cumhurbaşkanlık Kararnamesi ile Boğaziçi Üniversitesi’ne o malum üniversitenin dışından atanmış olan bir rektör, aynı yöntemle görevden alındı. Görevden alınan rektör, hakkındaki işlemi, Resmi Gazeteden sürpriz bir şekilde öğrenmiş oldu.
Bu süreçte üniversitede yıllarca görev yapmış olan öğretim üyelerinin yanında öğrenciler de atanan rektörü değişik eylemlerle protesto etti. Kargaşalar meydana geldi, üniversite huzuru bozuldu, araya polisler girdi, tutuklanan öğrenciler oldu vs. Atanan rektörün görevinden neden uzaklaştırıldığına dair fikir yürütenler, bugün birbirine zıt farklı görüşler ortaya koymaktadır. Büyük bir ihtimalle görevinden olmuş rektör dahî böyle bir sonuç beklemiyordu. Çünkü gösterdiği tavırlarından öyle anlaşılıyor ki görevinden alınacağına dair kendisine daha önceden bilgi verilmemiş. Peki, yeni rektör şimdi kim olacak ve nasıl göreve başlayacak? Yeni sisteme göre rektörlerin belirlenmesinde üniversiteler ve YÖK, bütünüyle devre dışı bırakılmıştır. Atama, Köşke aday adaylığı için müracaat eden bir Profesör, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile tayin ediliyor. O kadar kolay ve pratik?!
Peki, bu sistem demokratik midir? Peki, önceki seçim/tayin sistemi demokratik miydi? Önceki sistem şöyle işliyordu: Belirli bir üniversitede (dışarıdan da olabiliyor) profesör olan öğretim üyeleri, rektör aday adayı olabiliyordu. Öğretim üyeleri, rektörlük için aday adayı olan profesörleri sandıkta seçebiliyordu. Üniversite, en çok oy alan altı aday adayını YÖK’e gönderiyor ve YÖK de genelde bu altı aday adayından en çok oy alan üçünü Cumhurbaşkanı’na sunuyordu. Cumhurbaşkanı da onların içerisinden birini – bazen de en çok oy alanı değil de en az oy alanını- rektör olarak atıyordu.
Yani? Oy veren öğretim üyelerinin oylarının aslında büyük bir hükmü yoktu. Bu sistem, 12 Eylül’den kalma kontrollü bir sistemdi. Devlet, YÖK kanalıyla Kemalist eğitim sistemine ters gelebilecek dindar bir profesörün rektör olmasının böylece önüne geçebilmekteydi. Seçim, aldatmacadan ibaretti. Buna rağmen hem rektör aday adayları, hem de oy kullanacak öğretim üyelerinin ekseriyeti, bu sistemi benimsemiş gibi bir tavır takınıyordu. Çok az öğretim üyesi, bu sisteme eleştiri getiriyordu.
Sakarya Üniversitesinde öğretim üyesi (Doçent) olduğum dönemde İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde profesör olan Sami Güçlü, Adalet ve Kalkınma Partisi Kurucu üyesi olduktan sonra 22. Dönem Konya Milletvekili seçilmiş, 58 ve 59. Hükümetlerde Tarım ve Köyişleri Bakanlığı görevinde bulunmuştu. Üniversitemize Bakan olarak ziyarete geldiğinde bizlerden YÖK Reformu ile ilgili öneriler hazırlamamızı istemişti.
Ben de şahsen 12 Eylül’den kalma bu yapmacık rektörlük seçimlerinin demokratik olmadığını, öğretim üyeleri olarak bizlerin arzu ettiğimiz rektörü seçmediğimizi, sadece rektör aday adaylarını seçtiğimizi ve neticede rektörün rejimin bekçisi olan Cumhurbaşkanı tarafından tayin edildiğini söylemiştim. Demokrasiyi ve liyakati benimsemiş gerçek bir üniversitede rektörün ve hatta dekanın direkt olarak sadece öğretim üyelerinin değil öğrencilerin oyları ile de belirlenmesi gerektiğini savunmuştum. Bu görüşümü halen savunuyorum. Bir eğitim kurumu, katılımcı demokrasi yöntemleriyle kendi bünyesinde en layık görülen yöneticilerini seçebilmeli ve şeffaflık ilkelerine uygun olarak denetleyebilmelidir.
Kaldı ki birçok üniversite, öğretim üyelerinin performansının değerlendirilmesinde öğrencilerin görüşlerine başvurmaktadır. Gerçi, bir kurumda kayırmacılık olduğunda öğrencilerin tercihlerine yine saygı gösterilmiyor. Bunu ben bizzat kendi üniversitemde gördüm ve yaşadım. Öğrencilerimiz, öğretim üyelerinin değişik kriterler içeren performanslarına her yıl puan veriyordu. Bazı öğretim üyelerinin performansları yüksek çıkmasına rağmen kariyer yapamazken, en düşük puan alan öğretim üyeleri ise rektörün himayeleriyle kurum içinde en büyük mevkilere getirilmekteydi. Yani, kurallar, bizzat dürüst olmayan yöneticiler tarafından çiğnenmekteydi. Tabandan gelen denetim sistemi olmayınca, başta rektörler olmak üzere nefsine yenik yöneticiler, sistemi kendi lehlerine dönüştürme marifetini gösterebilmektedir. Demek her şey, sisteme bağlanmamalıdır. En iyi sistem bile, ahlâken en kötü yöneticiler tarafından sistemsizliğe dönüştürülebilmektedir.
Ben kendi dar imkânlarımla hem bu bozuk sisteme, hem de görevlerini ihmal eden veya kötüye kullanan yöneticilere (rektör veya dekanlara) karşı gerek 28 Şubat sürecinde, gerekse 15 Temmuz öncesinde mücadele ettim. Ammâ, bedeli ağır oldu. 28 Şubat sürecinde doçentlik kadrom 6 yıl boyunca açılmadı, başörtüsü yasağına karşı çıktığım için birçok soruşturmaya maruz kaldım. 15 Temmuz öncesinde de yöneticilerin evrakta sahtekârlık, zimmetine para geçirme gibi eylemlerinden dolayı YÖK’e suç duyurusunda bulunduğum için, aynı idareciler tarafından melun 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra “FETÖ’cü” suçlamasıyla yargısız bir biçimde üniversitemden ihraç edildim. Şimdi mahkemece kesinleşmiş beraat elde etmiş olsam dahî halen üniversiteme dönemiyorum. Anlayacağınız, sorun, sadece rektör seçimi nasıl olacağı ile sınırlı değildir.
Biraz sıkıldınız herhalde bu yazdıklarımdan. Öyle ise size şimdi üniversitemizde yaşanmış bir rektörlük seçim hatıramı anlatayım. Belki komik veya anlamlı bulabilirsiniz.
2000 yılında rektörlük seçimlerinde rektör yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Durman, rektör aday adayı olmuştu ve oy almak için, bizzat üniversitemdeki odama kadar gelmişti. Mehmet Durman, 28 Şubat sürecinde YÖK açısından en ideal rektör adayı idi. Çünkü kendisi Atatürkçü, sosyal demokrat ve rotaryen idi. En güçlü rektör adayımız, samimî olduğunu düşündüğüm bir yaklaşımla rektör olduğunda bana yıllardan beri beklediğim doçentlik kadrosu açacağını vaat etti. Ben 28 Şubat sürecinin yapısını ve etkilerini az çok bildiğim için, rektör adayımıza inanmadım ve “bunu yapabilirseniz gözümde kahraman olursunuz” dedim. O ise “kahraman olmaya gerek yok, hukuk zaten senin yanındadır.” diyerek bir itirafta bulundu.
Tahmin edildiği gibi, hemen bütün öğretim üyeleri, dindarı da, Kemalist’i de konjonktürel davranarak, güçlü olduğunu düşündükleri Mehmet Durman’a oy verdi. Yalnız seçim günü, herkesin dikkatine çeken tuhaf bir olay oldu. Oyları saymakla görevli jüri başkanı ve şimdiki Diyanet İşleri Başkanı olan Prof. Dr. Ali Erbaş, oy almış aday adaylarının ismini alenî olarak okurken, oy almış bir isim, adaylar arasında geçmemekteydi. Bu hayalî isim, elbette hem geçersiz sayıldı, hem de gülümsemelere yol açtı. Çöpe atılan o oy pusulananın üzerinde “Ord. Prof. Dr. Kenan Evren” yazılmaktaydı. Bu ismi yazan öğretim üyesi, herhalde YÖK’ün 12 Eylül’den kalma bu seçim sistemine, daha doğrusu aday öneri seçimine karşı olduğumu göstermek için, tepkisini böyle göstermişti. İşte ağlanacak halimize biz böyle şuursuzca güleriz.
Hem öğretim üyeleri, hem YÖK, hem de dönemin Cumhurbaşkanı tarafından seçilen bu yeni rektör, bana karşı vaadini elbette tutamadı ve dolayısıyla bana doçentlik kadrosu açamadı. Birkaç yıl daha beklemek zorunda kaldım. Fakat ne yeni rektör Prof. Dr. Mehmet Durman, ne seçimlerden sorumlu Prof. Dr. Ali Erbaş, ne de diğer seçmenler, rektör aday adayı olarak “Ord. Prof. Dr. Kenan Evren” isminin kimin tarafından yazıldığını merak etmedikleri için, şimdiye kadar öğrenebilmiş değildir. Sizce sistem karşıtı bu protestocu öğretim üyesi acaba kimdi?