“Bozma ey mevc gözüm yaşı habâbın kim bu seyl
Komadı hiç imâret bu binadan gayrı”
Fuzûlî[1]
İnsanlık, tarihi boyunca zaman zaman tabii afetlerle karşı karşıya gelmiştir. Deprem, sel, kuraklık, yanardağ patlaması, kuraklığa bağlı yangın, fırtına, zararlı hayvan istilası ve salgın hastalıkları belli başlı afetler arasında sayabiliriz. Tabii afetleri iki yönden ele alabiliriz. Birincisi insanlarının kendi elleri ile işledikleri yüzünden karada ve denizde düzenin bozulmasıdır[2]. Diğer bir yönü de, Cenab-ı Hakk’ın insanları bir imtihan[3], uyarı ya da bizim henüz bilmediğimiz, belki de hiçbir zaman bilmemiz mümkün olmayacak sebeplerle afetlere maruz bırakmasıdır. Dolayısıyla tabii afetleri tek boyuttan değerlendirmek, meselenin hakikati bakımından bir eksiklik olacaktır.
Mesela, Nuh Tufanı inkârcılar için bir ceza olduğu kadar, Nuh Peygamber (AS) ve ona tabi olan bir avuç inanmış insan için de “Hak” temelli yeni bir medeniyetin tesisi imkânını sunmuştur. Bir deprem, haram üzerine bina kurmuş olanlar, günah çukuruna yuvarlanmış olanlar için bir ceza olduğu gibi, tabiatla barışık yaşamayı unutanlar için bir uyarı, dünyaya sonsuzmuş gibi bağlananlar için bir ihtar olacaktır. Deprem, bütün masumiyetlerine rağmen zarar görmüşler için ise, ahiret yurdunda, büyük mükâfata sebep olacaktır.
Her halükarda, başımıza gelenler karşısında bize düşen, esaslı bir muhasebe yapmak, nerede yanlış yaptığımız üzerine düşünmek, istikametten saptığımız yerleri iyi tespit edip gereğini yapmaktır. Eğer bu muhasebeyi hakkıyla yapar istikametimizi doğrultur isek, başımıza gelen felaketler bizim için bir hayra vesile olmuş olur.
İnsanoğlu tarihi süreç içerisinde, telkin ve tecrübe yoluyla, tabiatın damarına basmadan onunla barışık olarak yaşamayı öğrenmiştir. Nerelerde yerleşebileceğine, nerelerde ne ekip biçebileceğine; sudan, topraktan, havadan nasıl istifade edeceğine dair bir meleke kesp etmiştir. Ta ki modern çağa gelinceye kadar… Modern çağda insan, kendisi ve kendisine tahsis edilen tabiatın üzerinde bir Ulu Kudret olduğu, o Ulu Kudret’in iradesine tabii olması gerektiği hakikatinden sarfı nazar etti. Eline geçirdiği teknik/teknoloji, ona, nazarı itibara alması gereken hiçbir değer olmadığını vehmettirdi.
Mesela inşaat mühendislerinden ya da ilgili idarelerin yetkililerinden “Yapı yapılmayacak zemin yoktur, yeter ki statik hesaplar çerçevesinde yapılsın.” cümlesini duyabilirsiniz. Bu yaklaşım, yapılacak binanın deprem ve diğer kuvvetlere karşı ayakta kalabilmesini merkeze alan bir yaklaşımdır. Dolayısıyla binanın insanla, komşularla, şehrin kimliği ve bütünlüğüyle, üzerine yapıldığı toprakla, bitki örtüsüyle, yeraltı sularıyla ve havayla münasebetini mesele olarak gündeme almamaktadır.
Evet. Elinize geçirdiğiniz teknolojinizle aşılmaz dağların bağrını delip geçebilir, denizlerin iki yakasını kavuşturabilir, nehirlere perçinler vurup bentler kurabilirsiniz. Ancak bu yaptıklarınızın tabii ve içtimai birçok neticesi olacaktır. Yaptığınız her şeyi, bunu hatırda tutarak yapmalısınız. Ellerinizle yapıp ettiklerinizin faturası kesilip önünüze konduğunda şaşırıp kalmamalısınız.
Son yıllarda hem Dünya’da hem de ülkemizde felaketler birbiri ardına gelmektedir. Daha bir felaketin yaralarını sarmadan, bir diğeri ile yüz yüze kalmaktayız. Batı Anadolu ve Akdeniz bölgesindeki yangın felaketinin acısı henüz tazeyken, Batı Karadeniz bölgemiz sel felaketi ile yüz yüze geldi. Tabii biz, söz gelimi yaşananlara “tabii afet” diyoruz. Ama “tabiat hadiselerini biz mi afet haline getiriyoruz?” sorusunu ciddi ciddi sormalıyız.
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, öküzlerin insanoğlunun en esaslı dostları/yardımcılarından olduğu zamanların bir deminde, bir oğul babasına şöyle der: Baba, bizim sarı öküzün önündeki yemi/samanı alıp kara öküze veriyorum, hiç anlamıyor.” Sarı öküzün gözü kördür. Baba aklıevvel oğluna kısa bir cevap verir: “Bir gün anlar oğlum!” der. Bir zaman sonra kağnıya ekini yüklerler ve yokuşta sarı öküz diz üstü çok çöker. Baba oğluna geçmiş konuşmasını hatırlatır: “Bak nasıl anladı!”
Ülkemizin sel manzaralarını izlerken, aklıma bu çok hikmetli geçmiş zaman meseli geliverdi. Vadileri, suların tabii ve muhtemel yataklarını, tarım arazilerini apartmanlarla donatmışız. Şimdi su, yatağını işgal eden insandan, onun olanı geri talep edince, biz buna afet diyoruz. Asıl afet, bizim, derelerin, çayların, ırmakların yatağına çökmüşlüğümüz olmasın!
Ortada bir afet var ise o da, insanoğlunun hiçbir ölçüye, değere hürmeti olmayan gözü dönmüşlüğü, hırsı, doymak bilmeyen iştihasıdır. Öyle bir hırs ki, insanın kendisini çerçöp gibi önüne katıp meçhul denizlere, felaketler gayyasına sürüklüyor.
Karşılaştığımız felaketler esnasında “Bizi koru!” diye yalvarıp sığındığımız Allah (cc) bize “Mizanı bozmayın, vezni/ölçüyü ikame edin!” diye emretmişti. Biz ise para uğruna ne mizan tanıyor ne ölçüye riayet ediyoruz. Dere yataklarına yapı yapıyor, dağları deliyor, denizleri dolduruyor, toprağın sırtında kibir kulelerini yükselttikçe yükseltiyoruz.
“Marmara’da deniz salyası, Marmara ölüyor!” diye haber yapıyorlar. Salya hakikatte Marmara’da mı? Yoksa denizleri bu hale sokan insanoğlunun vicdanında mı? Salya/müsilaj kavramı Marmara’dan çok, kazılardan çıkan hafriyatı gemiler vasıtasıyla Marmara’nın açıklarına kaçak boşaltan ve bunun üzerinden haram paralar kazananlara, atıkların Marmara’ya dökülmesine göz yumanlara, onu hesapsızca dolduranlara yakışmıyor mu?
Din, münzel ayetlere riayetle beraber kevni ayetlere de riayet etmektir. Eskiler dini/İslam’ı iki kelime ile tarif etmişlerdir: Halik’ı tazim ve mahlûka şefkat. Yaratan’ın bir denge/ölçü ile yarattığı mahkûkla/tabiata karşı şefkat ve mesuliyet hissi bulunmayanların Allah’ı(cc) tazim etmeleri de içi boş bir gösteriden öteye geçemez.
Sözün özü şudur: Tuttuğumuz yol yol değildir. Mal biriktirmek, kâr elde etmek ve büyümek uğruna her şeyi tahrip etmek, ölçüyü bozmak Kitab’ın ifadesiyle “tuğyan[4]”dır. Tuğyan sonucunda ortaya çıkacak felaketler, sadece tuğyana düşenleri değil, onlara ses çıkarmayanları da çepeçevre kuşatacaktır.
Eğer yaşananlardan gerekli dersi almaz isek, haddi/ölçüyü aşarak sebep olduğumuz taşkın, bize, sel olmuş gözyaşlarından başka bir şey bırakmayacaktır.
Vesselam!
Şaban Çetin
[1] Bozma ey dalga gözüm yaşı kabarcığını ki bu sel/ Koymadı hiçbir imaret bu binadan gayrı
[2] Rum Suresi: 41
[3] Bakara Suresi: 155
[4] Fecr Suresi:6
Sayın Şaban Çetin,
Yine çok güzel bir konuya parmak basmışsınız. Yazılarınızı zevkle, bir çırpıda okuyorum. Kaleminize sağlık.
dogru söz ancak alkıslanır.
Anlatmaya calıstıgın büyük tehlikeyi ,anlayan nesil,yetismesi, toplumca kendımize ceki duzen vermemız gerektigini, kavramamızı saglar ,insallah mevlam. ahir zamanı yaşıyoruz.
kalemine saglık.(…………….…Şaban Çetin.)
Hz. Ömer; Hilafeti zamanında Medine’de büyük bir kuraklık sebebiyle şöyle yakarışta bulunur. “Rabbim Benim Yüzümden Ümmeti Muhammed i Helâk Etme”. Arkasından Hz Abbas ın Ellerini tutar, “Allah ım Bu Eller Senin Peygamberinin Amcasının Elleridir. Bunun Hatırına Bize Rahmetini İndir.” Der. Ya Şimdi…?