Sosyal refahı esas alan ideal bir devlet modelinde, bütün vatandaşlara fırsat eşitliği çerçevesinde asgari hayat standardı garantisi verilmektedir. Sosyal-refah devletinde vatandaşların maddî güvencesinin yanında bütün toplum üyelerinin bedenî ve ruhî sağlık içinde yaşamalarına da önem verilmektedir.
İdeal bir devlet, halklarının refah içinde yaşamalarına yönelik tedbir ve sosyo-ekonomik politikalar oluşturan ve uygulayan hizmetkâr bir devlettir. Yoksulluk ve yoksunlukla mücadelenin ötesinde huzur içinde yaşayan sosyal-refah toplumu oluşturmak, ideal bir devletin ana gayelerinden birisidir.
Buna göre Müslüman toplumun üyelerinin her birisinin asgarî seviyede de olsa sosyal güvenceleri sağlanmış olmalı ve âdilane bir şekilde herkesin hayat kalitesi artırılmalıdır. İslam’ı referans alan ideal bir devlet konseptinde ise manevî sosyal-refah hizmetlerine de önem verilir. Manevî sosyal-refah hizmetleri, fert, aile, grup ve toplumların, değişen şartlardan doğan sosyo-ekonomik sorunlarını gidermek için, onları maddî ve manevî (ruhî) yönden güçlendiren bütün destek faaliyetleridir.
Medine İslâm Devleti, Hizmetkâr Yönetim Yaklaşımı Açısından İdeal bir Sosyal-Refah Modelidir
Medine İslâm devletinin kurucusu olan son Peygamber (sav), hem kurumsal sosyal-refah modelinin temel ilkelerini ortaya koymuş, hem de hizmetkâr liderlik anlayışı çerçevesinde halkına her alanda uygulamalı olarak örnek olmuştur. Mesela Hz. Peygamber (sav), Medine’de mescit inşa edilirken, herkesle birlikte o (sav) da çalışmış ve kerpiç taşımıştır. Hendek Savaşı öncesi Medine’nin etrafına hendekler kazılırken, bizzat kendisi de çalışmıştır. Sahabe, Hz. Peygamberin (sav) çalışmasını naklederken, açlıktan karnına taş bağladığını, toprak taşıdığını ve vücuduna toz toprak bulaştığını nakletmiştir.
Hz. Peygamber (sav), Medine’deki toplumsal değişimin etkilerini de dikkate alarak, bireysel alanda ortaya çıkan yeni sosyal sorunlar karşısında bizzat kendisi manevî sosyal hizmetlerde bulunmuştur. Bir devlet başkanı sıfatıyla beyan ettiği şu söz, İslâm devletinin öncelikli görevlerinin başında başta yardıma ve desteğe muhtaç olan sosyal kesimler olmak üzere halkına hizmet etmek olduğunu açıkça göstermektedir:
“Korunmaya (bakıma) muhtaç aciz (kendi kendine yeterli olmayan) kimselerin sorumluluğu (bakımı) bize (devlete) aittir.”1
Bir başka kaynakta aynı hadis, şu şekilde verilmektedir:
“Kişinin ölümünde bıraktığı mal, varislerine aittir. Borç ve yoksul aile bırakan kişinin yükü (sosyal himayesi) ise, bize (devlete) aittir.”2
Halkla direkt temas kurmak, onların derdini dinlemek ve sorunlarına çözüm bulmak, Müslüman devlet başkanının ve ona bağlı valilerin (yöneticilerin) aslî görevlerindendir. Siyasî liderlik alanında örnek bir devlet başkanı olan Hz. Muhammed (sav), özellikle sabah namazından sonra insanlarla sohbet eder, gördükleri rüyalarını tabir eder ve yol gösterir, toplumu ilgilendiren gündelik sorulara alenî olarak cevap verir, nasihatte bulunur, toplumun geneline veya kişiye uygun çözüm önerilerinde bulunurdu. Kendisine ulaşamayan diğer vatandaşların özel sorunlarına da çözüm bulabilmek adına toplumun bütün fertlerinin diğer muhtaç insanlarla sosyal iletişim kurma konusunda duyarlı olmalarını ve gerektiğinde devlet yetkililerine de bildirmelerini şu sözleriyle ayrıca istemiştir:
“Ulaştırmaya gücü yetmeyenlerin ihtiyacını bana ulaştırın. Kim anlatamayanın derdini bana ulaştırırsa, Allah büyük korku gününde (mahşerde) onu emniyette kılar.”3
Hz. Peygamber (sav), yürütmüş olduğu devlet başkanlığını hiçbir zaman despotik ve buyurgan krallık sistemi olarak görmemiş. Hz. Peygamber (sav), hayatı boyunca kendisinin hükümdar bir peygamberden çok “kul peygamber” sıfatını taşıyan bir sosyal/hizmetkâr lider olduğunu göstermiştir. Halktan kim olursa olsun, onunla (sav) her zaman direkt temas kurabilmiş ve derdini ona (sav) kolaylıkla anlatabilmiştir. Bazen bu cesareti kendilerinde gösteremeyenlere de o (sav), gayet yumuşak, müşfik ve alçakgönüllü davranarak, devlet adamlarının huzuruna çıkmaktan korkan vatandaşların rahat olmalarını sağlamıştır. Mesela Mekke’nin fethinden sonra Hz. Peygamberle (sav) görüşmek isteyen çekingen bir kişi, daha konuşmanın başında heyecanlanmış olacak ki, dili tutulmuş ve bütün bedeni titremeye başlamış. Kişiyi sakinleştirmek, rahat ve insanî bir mükâleme oluşturmak için, Hz. Peygamber (sav), o kişiye şöyle demiştir:
“Ne oluyor sana? Kendine gelsene! Ben, bir hükümdar (kral) değilim. Ben, güneşte kurutulmuş et parçaları yiyerek, geçinmiş Kureyşli bir kadının oğluyum.”4
Sosyal Refahın Malî Kaynağı Zekât ve Sadakadır
Bir siyasî ve sosyal lider olarak Hz. Peygamber (sav), toplumda sosyal refahın tesisi için, zengin Müslüman kesimden zekât almış ve ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştır. Onun şu hadis-i şerifi, sosyal refah hedefinin gerçekleştirilmesi açısından zorunlu olarak zekâtın toplanmasının ne kadar önemli olduğunun açık göstergesidir:
“Ben, zekâtı zenginlerimizden almak ve fakirlerimize vermekle emrolundum.”5
Bu doğrultuda ideal devlet anlayışının bir göstergesi olarak Hz. Peygamberin (sav) kendisini sosyal adalet adına bir ‘bölüştürücü/paylaştırıcı’ olarak görmesi, çok manidardır.
Asgarî hayat seviyesinin altına düşen yoksullara, refah seviyesi yüksek olan zenginler tarafından bir aracı olarak devlet eliyle verilen zekât, ilke olarak nakdî bir destek günümüzün tabiriyle kamusal sosyal yardımdır. Zekât vermek, zengin Müslümanlar için, dinî bir vecibenin gereğidir. Dolayısıyla zekât, ülke bazında sosyal güvenliği ve refahı devlet müdahaleleri ile temin eden bir dayanışma ve yardımlaşma sistemi olarak görülebilir.
Ancak ideal bir devlet modelinde zekât modeli de bu anlamda yeterli değildir. Sosyal refah toplumu, kardeşlik, gönüllülük ve fedakârlık esasları çerçevesinde de elde edilebilmelidir. Bunun için de sadaka ve infak gibi gönüllü yardımlaşma dinamiklerinin harekete geçirilmesi gerekir. Sadaka kültürü ne kadar yaygınlaşırsa dayanışma toplumu da o nispette kendisini gösterir. Sadaka kültürünün öncüleri ise ancak sosyal duyarlı zenginler olabilir. Nitekim Hz. Peygamber, “Servet bir Müslüman için ne güzel arkadaştır. Yeter ki, o servetinden fakire, yetime ve yolcuya (gönüllü olarak) vermiş olsun”6 diyerek, sosyal sorumluluk şuuruna sahip olan vefalı zenginleri açıkça övmüştür.
Velhâsıl-ı Kelâm: Ehil ve ahlâklı yöneticiler sayesinde ideal bir devlet yönetim modeli uygulanabilirse ideal ve örnek bir toplum da ortaya çıkar. Zenginler, zorunlu vatandaşlık görevlerinin yanında diğer sosyal vazifelerini de gönüllü olarak yerine getirmeleri halinde toplumsal barışın ötesinde sosyal dayanışmanın kalıcılığı ve sürdürebilirliği de sağlanır. Netice itibariyle toplumsal boyutuyla kulluk şuuru ve mesuliyeti gönüllerde ne kadar hâkim olursa şayan-ı kabul ideal devlet-ideal toplum bütünlüğü hedefine de o nispette ulaşmış oluruz.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi