İnsanın her zaman çok iyi şartlarda yaşama talebi anlaşılabilir bir şeydir. Çünkü konfor kişinin maddi anlamda iyi yaşam standartlarını fazlasıyla sağlar ve insan konfora çabuk alışır.
Televizyon ve internet ekranlardan insanlara sunum yaparken çok farklı yaşam tarzları ve konforu da sunmaktadır. Aslında ekranlarda en fazla bir başka yaşam tarzı sunulmaktadır. Televizyonun hayata girmesiyle birlikte başka yaşam tarzları artık görsel bir biçimde her an arz-ı endam etmektedir. Esasen ekranlar sadece varolanı sunmakla yetinmeyip, yeni bir yazılım ile eşya ve ilişkilere yeni tanımlar getirmeye başlayınca, toplumlar da kendi gerçekliklerinin dışında başka bir dünyada yaşamaya başlamışlardır.
Modern zamanlar geleneksel dönemden farklı olarak ontoloji (varlık) değil epistemoloji merkezli olarak inşa edilmiştir. Dolayısıyla aralarındaki en önemli farklılık; ilkinde varlığın hakikatini tanım(lam)aya yönelik bir çaba varken, ikincisinde eşya ve ilişkileri yeniden tanımlamak baskın bir hüviyet arz etmektedir.
Bugün temel problem; toplumlar ve büyük oranda gençler içinde bulundukları gerçeklikten uzak biçimde, ekranlarda sunulan hayatı arzulayarak onların hayalleriyle yaşamaktadırlar. Doğrusu internet ve televizyon da böyle bir hayal dünyasını gerçeklik olarak sunmak konusunda oldukça başarılıdır. Tam da bu sebeple ihtiyaçlarını propagandalarla çoğaltmakta, kendisine sunulanı tüketmek istemekte, imkanları bu tüketime izin vermediği zaman da borçlanmaktadır. Zaten dünya sisteminin de temel arzusu toplumları daha çok borçlandırarak onları daha kolay yönetmektir.
Dikkat ederseniz son kırk elli yıldır toplumlar ağırlıklı olarak insan biyolojik bir yaşamın içerisine sıkıştırılmaktadır. Farabi’de Faziletli toplumun tezatı olarak ortaya çıkan cahil toplum tipleri ise hayatı haz ve organizma olarak yaşama odaklamışlardır. Tüketim toplumu giderek baskın bir şekilde hayatı bu düzeyde tutmaya çalışmaktadırlar. Bana toplumlar televizyon ve internetin propagandaları çerçevesinde ekranın fanusunda yaşıyor gibi gelmektedir. Dolayısıyla bugün özgürlüğü elde etmenin koşullarından birisi de, bu fanustan dışarı çıkmaktan geçiyor.
İçinde yaşadığımız post/modern dünyanın eşya ve ilişkilere dair yeni tanımları, epistemolojinin ontolojiye tahakkümü şeklinde gerçekleşmektedir. Halbuki Hz. Adem’den bu yana bütün peygamberlerin çabası “eşyayı olduğu gibi tanıma çabası” üzerine dayanmaktadır. Hz. Adem’in işlediği günahın ardından tevbesi “Rabbinden kelimeler alarak” (2/Bakara, 37) gerçekleşti. Bu kelimeler onu iğva eden noktaların yeniden tanımlanması diye düşünülebilir.
Birkaç örnek üzerinden konuyu netleştirebiliriz. Dinler insanın yaşamak için sınırlı şeylere ihtiyacı olduğunu belirtirken, post/modern dünya insan ihtiyaçlarını sınırsız olarak görmektedir. Aslında sınırsız olan ihtiyaç değil arzulardır. Post/modern dünya da arzuların kışkırtılması üzerine dayanmaktadır. Tam da bu sebeple çağımızın insanı her an tüketim üzerindedir. Sadece maddi olanı değil, hayatı, insanı, dünyayı da tüketmekte; yani istihlak etmektedir.
Yine insana sade haliyle ve ürettiği değer açısından değil tükettikleri üzerinden bir değer biçmektedir. Dolayısıyla Erich Fromm’un da haklı olarak belirttiği üzere “olmak” değil, “sahip olmak” değer olmaktadır. Böylece bütün kimliklendirmeler de kişinin sahip oldukları üzerinden yapılmaktadır. Oturulan site, bölge, arabanın, telefonun vs. bütün emtianın markası devreye girmektedir. Yeni dönemin mottosu şu olabilir; “markan kadar konuş.” Herkes ekranlarda sunulan hayatı her nasıl olursa olsun istiyor. Fakat bunun hayalden ibaret olduğunu ise bize ortada dolaşan gerçekler bağırıyor.
Zamanında sihirbazlar insanların hakikatten kopan hayatlarını sihirleri ile güzel gösteriyorlardı. Ancak bu sahteliğin ortaya çıkmasına bir asa (hakikat) yetti.
Prof. Dr. Mustafa TEKİN