Sosyoloji’de önemli bir yer işgal eden Cemaat kavramı, modernleşme ile birlikte yerini Cemiyet kavramına bırakmış ve batı’da dine, ahlaka ve geleneğe ait her türlü değer ve pratiği hayattan uzaklaştırmıştır.
Cemaat duygusu ve şuuru; insani, medeni ve kültürel sistemi yılların getirdiği birikim ve tecrübelerden ibaret iken, Kilise’nin hayata ve insan idrakine aykırı tutum ve kayıtlarından kurtulmak için, Batı’da “denize düşen yılana sarılır misali, modernizmin yegane kaynağı akıl ile bir dünya kurulmaya çalışıldı. Halbuki akıl, olay ve eşyaları ölçmenin ötesinde onların nasıl olması gerektiğine dair bir” kaynak olma” özelliği yoktu. Cemaat kavramı gibi, birçok değerin dayandığı dini ve ahlaki kaynaklar ile bağlantı, bu tarihi olay ile kesilmiş oldu. Batı sosyolojisinde Durkheim ve Tönnies gibi sosyologlar da, toplumun bu tarihi ve sosyolojik gidişine uygun açıklamalar yaparak, Cemiyet anlayışının daha doğru ve geçerli olduğunu söylediler. Modern hayatın, duygu ve ahlaki değerler ile devam edemeyeceği konusunda teoriler oluşturmaya çalıştılar. Halbuki onların dile getirdikleri gerçek, sadece iktisadi ve teknik konular için geçerliydi. Ayrıca, dini ve ahlaki değerlerin fonksiyonlarını kaybettiği bir dünyada, belki de yapılması gereken tutum buydu.
Toplum sistemlerinin, tarihi ve sosyolojik gerçekleri ile bağlantılı bir yapıya kavuştuğu bilinmesine rağmen, Müslüman bir medeniyet ve hayat anlayışına sahip bizim gibi toplumlar da, Batılılaşma ve Modernleşme yönelişleriyle Cemaat hayatının eğitici, yönlendirici ve sosyalleştirici imkanlarından uzaklaşmış olduk.
İktisat, siyaset ve hukuk sisteminde akıl kaynaklı bir medeniyet anlayışı ile yaşamaya başladık. Fakat, asırlardır sahip olduğumuz yaşama kültürümüz, halen dini ve ahlaki değerlerin etkisiyle bu akılcı sisteme uymayan bir işleyiş gösteriyor ve “tepeden inme devrimcilik”lerin sosyal yapılar ile uyum gösteremeyeceğini ortaya koyuyodu.
Halihazırda, yaşadığımız hayatın çelişkileri ve uyumsuzluklarının altında, ruhi ve ahlaki dünyası manevi değerler ile eğitilmiş bir kültür, zorla batı’daki sosyal problemlerin çözüm reçetelerine sun’i şekilde uymak mecburiyetinde bırakıldı.
İktisadi hayattaki aldatmacalar, siyasi hayattaki sun’i ve çatışmacı gelişmeler, hukuk sistemindeki anlaşılmaz daralmalar ve huzursuzluklar, ruh ve manamıza ters, batıcı-modernist hayat kurallarının getirdiği problemlerden kaynaklanıyor ve bir türlü kendimize has bir toplumsal sistemi kuramamanın ızdırabını yaşıyoruz.
Diriliş’te ruhumuza mana taşıyan bir Ertuğrul modelinin, Banka reklamında faizli bir sistemi topluma kabul ettirmeye çalıştığına şahit oluyoruz. Siyasette, inancın ve ahlakın taraftarı olduğunu bildiğimiz bir liderin, Bankacılık sisteminin hayati bir değeri olduğunu söylediğini işitiyoruz.
Filmlerde memleket meselesini ve tarih şuurunu dile getiren bir aktörün, işkence ve katliam yaparak adaleti kurmaya çalıştığını görüyoruz. İnsan ve toplumu geliştirmek üzere kurduğumuz Üniversitelerin, sosyal bilimlerde tarih ve kültürümüze aykırı batılı ideolojileri öğrencilerimize öğretmesindeki mantıksızlığı yaşıyoruz.
Bütün bunlar; ruhumuza, tarihimize ve kültürümüze uygun olmayan batılı sistemin kurumlarıyla varlığımızı sürdürmek istememiz gibi, “olmayacak duaya amin” gibi, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir sosyal gerçeği, şaşkınlık ve bilgi cehaletine düşmüş olmamızdan kaynaklanıyor.
Toplum olarak, irademiz dışında kurulan sistemi sorgulamak ve çıkış yollarını kendi değer ve irademizle oluşturma ihtiyacında olmamız gerektiğine karar vermek durumundayız. Çünkü, “kem alet ile kemalat olmaz/Kötü bir alet ile iyi iş yapılmaz” şeklindeki “deha nitelikli” atasözümüz, sosyal sistemlerin kuruluşunda yüce ve pratik hayat tarzlarıyla, doğru bir sistemin mümkün olabileceğini anlatmaktadır.
Toplum olarak, kendi ruhumuz ve kültürümüze uygun bir birliktelik olan “Cemaat kavramı”nı tekrar hayat faaliyetlerimizin temeline oturtmamız gerekiyor. Batı’daki kötü örnek, bizi ilgilendirmemeli ve kendi mana ve varlığımıza uygun bir sosyal sistemin inşasına karar vermek durumundayız. Ruh ve akıl ayırımından kurtularak, bu iki temel kavramın birlikteliği ile gerçekleşecek dengeli bir sistemi, siyaset veya iktisat merkezli değil, ” inanç ve ahlak temelli” bir şekilde kurmalıyız. Geçtiğimiz yıllarda, dini görünümlü fakat dış merkezli bir grubun “cemaat kavramı”nı mana ve niteliğinden uzaklaştırmış olması, kendi kavramlarımızı terketmemize yol açmamalıdır. Toplum ve toplum önderleri, artık “oyuncu” olmaktan çıkıp, “oyun kurucu” noktasına gelmelidir. Yoksa, iki kültür arasında; hiçbirini gerçekleştiremeyen “çelişkili bir idrak”in bunalım ve ızdıraplarını yaşamaya devam edeceğiz.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi