“Anlama”, insan hayatındaki en temel sorunlardan biri olma özelliğini hep korumuş ve korumaya da devam etmektedir. Zira bir çok sebeple insan, duyduğunu ya da okuduğunu tam olarak anlayamamakta veya eksik anlamaktadır. Mevlana bu gerçeği, “Söylediğin, karşındakinin anlayabildiği kadardır” sözüyle ifade eder. Dolayısıyla bu olgunun, dinî kavramları anlamada da etkin olduğu; özellikle de bazı dinî kavramların terimleştirilmesinde dikkat çekici bir nitelik arz ettiği görülür. Bunun bir çok sebebi olsa da, önemli sebeplerden biri, dinî kavramların meslekî veya ideolojik bakış açısına uygun olacak tarzda tanımlanmış ve bu tanımlar üzerinden anlaşılmaya çalışılmış olmasıdır. Hidayet de bu kavramlardan biridir ve terimleştirilme sürecinde farklı grupların farklı tanımlarına muhatap olmuştur. Bir fikir vermesi açısından TDVİA’de yer alan “hidayet” maddesine bir göz atmak yeterli olacaktır:
“Hidâyet, ‘doğru yola girmek, doğru yolu göstermek’ mânasında mastar, ‘doğru yol, kılavuzluk’ anlamında isim olarak kullanılır ve ‘amaca ulaştıracak yolu gösterme, bu yol için kılavuzluk etme’ diye de tanımlanabilir.”
“Hidâyeti genellikle ‘sonuca ulaştıracak şekilde yol gösterme’ diye tanımlayan Mu‘tezile âlimlerine göre mükellefin sorumlu tutulabilmesi için onun Allah tarafından gösterilen doğru yolu kendi iradesiyle benimsemesi veya reddetmesi gerekir. Bundan dolayı kişinin hidâyete ermesi ilâhî bir müdahaleye bağlı olarak gerçekleşmez.”
“Eş‘arî âlimleri, hidâyetin ‘doğru yolu gösterip açıklama, müminleri mükâfatlandırıp cennete koyma’ mânalarına geldiği yönündeki görüşe katılmakla birlikte asıl hidâyetin, imanın Allah tarafından müminlerin kalbinde yaratılmasından ibaret olduğunu kabul etmişlerdir. Buna bağlı olarak da hidâyeti ‘doğru yolu gösterip ona ulaştırma’ diye tanımlamışlardır”.
“Mâtürîdî âlimleri de hidâyetin ‘doğru yolu gösterip açıklama ve ona ulaştırma’ olmak üzere iki anlama geldiğini kabul eder ve ilkine ‘hidâyet-i gayr-i mûsıle’; ikincisine ‘hidâyet-i mûsıle’ adını verirler. Mâtürîdî, Allah’ın, hidâyeti veya dalâleti benimseyecek kullarına dair bilgisi uyarınca bir kısmını hidâyete, bir kısmını dalâlete sevketmeyi dilediğini ve herkesi buna uyum sağlayacak şekilde yarattığını söyler. Ona göre bu husus âyetlerde açıklanmıştır. Nitekim Allah’ın hidâyete erdirmeyi dilediği kimsenin kalbini İslâm’a açacağını açıklaması (el-En‘âm 6/125) bunu göstermektedir. Zira Müslüman olduktan sonra kişinin kalbini İslâm’a açmanın bir faydası yoktur”
“Şiî âlimleri genellikle hidâyetin tekvinî ve teşriî olmak üzere iki kısımdan oluştuğunu kabul ederler. Onlara göre tekvinî hidâyet, Allah’ın canlı ve cansız varlıklara yaratılış amaçlarına uygun özellikler vermesidir. Teşriî hidâyet ise umumi ve hususi gruplarına ayrılır. Umumi hidâyet, Allah’ın doğru yolu gösterip açıklayan ilâhî kitaplar, peygamberler ve onların vârisleri olan muslihler göndermesidir. Bu hidâyet bütün insanlar ve cinler için geçerlidir. Eğer böyle olmayıp da bazı kullara has olsaydı bu cebri gerektirirdi. Hususi hidâyet ise umumi hidâyetten faydalanmak isteyenlerin sâlih amel işlemeye muvaffak kılınmalarıdır. Naslarda Allah’ın hidâyete erdirmeyi dilediği bildirilen kimseler bunlardır, hidâyete erdirmek istemediği kimseler ise umumi hidâyetten yüz çevirenlerdir”
“Selefiye hidâyeti Allah’ın, kulun hidâyete ermesini sağlayan ilâhî irade, tevfîk ve ilhamı kalbinde yaratıp hayrı kolaylaştırması olarak açıklamışlardır. Onlara göre naslarda, Allah’ın dilediği takdirde bütün kullarını hidâyete erdirebileceğini, fakat bunu dilemeyip sadece müminlere hidâyet verdiğini bildirmesi bunu göstermektedir”[1]
Hidayet kavramının, Kur’an bütünlüğü içindeki kullanım alanları dikkate alındığında ise yukarıda zikredilen tanımlardan daha farklı bir mahiyet arz ettiği görülmektedir. Nitekim ünlü Kur’an lügatçisi Ragıp İsfehânî’nin uyguladığı anlama yöntemi, bunun en bariz örneğidir. Ona göre Allah’ın hidayeti, dört merhalede gerçekleşmektedir. Dolayısıyla bu anlama yöntemi dikkate alındığında, Allah’ın hidayeti şöyle açıklanabilir:
1. Akıl, zeka ve zorunlu bilgiye sahip olan her mükellef kişiye olan umumî hidâyetidir. “Rabbimiz, her şeye yaradılışını (varlığını ve biçimini) verip sonra onu doğru yola ileten (yaradılış gayesine uygun yola yöneltendir.’’ [2] âyeti bu tür bir hidâyeti açıklamaktadır.
2. İnsanlara, peygamberler ve kitaplar göndermek suretiyle onları doğru yola davet etmesidir. “Onları (peygamberleri) emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık ve onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vahyettik”[3] âyeti de ikinci tür hidâyete örnektir. Bu hidayet ise insanları Allah yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet etmeyi gerektirir.[4] Zira “Dinde zorlama yoktur, doğruluk, sapıklıktan seçilip ayrılmıştır”.[5] Bu nedenle “Peygamber öğüt vericidir, zorlayıcı değildir”. [6] Hz. Peygamber, arzu etse de sevdiği kimseyi hidâyete erdiremez, [7] zira insanları inanmaya zorlamak onun görevi değildir .[8] Dolayısıyla bu âyetler, ferdî mesuliyeti ön görmektedir. Bu nedenle Allah Teâlâ, zâlimleri, [9] kâfirleri [10] ve yalancıları[11] hidâyete erdirmemektedir. Çünkü Allah, doğru yolu[12] ve kurtuluş yolunu[13] onlara göstermiş, onlar da doğru yolu değil; zulmü, küfrü ve yalanı tercih etmişlerdir.
3. Hidâyete eren kişilere Allah’ın özel lütfu anlamındadır. “Hidâyete erenlere gelince, Allah onların hidâyetlerini artırmış ve onlara takvayı/korunmalarını vermiştir.”[14] “Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbine hidâyet eder”[15] âyetleri, özel lütuf anlamına gelen hidâyeti açıklamaktadır. Bu ayetlerde Allah’ın hidâyeti O’nun tevfikî ve lütfunu ifade etmektedir.
4. Allah Teâlâ’nın âhirette Cennete yol göstermesidir, “Lütfedip bizi buraya getiren Allah’a hamdolsun. Allah bizi getirmeseydi, biz bunu (bu nimeti) bulamazdık” [16] âyeti, bu tür hidâyeti açıklamaktadır. [17]
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere hidâyet çeşitlerinden her biri, diğerine bağımlıdır, zira biri olmadan diğeri de olmamaktadır. Çünkü hidâyetin ilk basamağını insanda doğuştan mevcut olan fıtrî din duygusu, yetiler, akıl ve irade oluşturmaktadır. Bu anlamda Allah Teâlâ, bütün insanlara hidâyet etmiş; bununla da yetinmemiş, ayrıca onlara kitaplar ve peygamberler göndererek hidayetini devam ettirmiştir. Bu hidayeti kabul edenleri, lütfuyla mükafatlandırmış, etmeyenleri ise yardımsız bırakmıştır. Dolayısıyla hidayet, Allah’ın koyduğu kurallar çerçevesinde gerçekleşmekte ve bu gerçekleşmeyi de Hz. Peygamber, şöyle ifade etmektedir:
“Allah’ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim, (farklı yapılardaki) topraklara düşen bol yağmura benzer. Bunlardan bazıları temizdir, suyu alır, bol bitki ve ot yetiştirir. Bazıları kuraktır, suyu (yüzeyinde) tutar. Bu sudan insanlar yararlanır; hem kendileri içerler hem de (hayvanlarını) sularlar ve ziraat yaparlar. Diğer bir toprak çeşidi de vardır ki dümdüzdür. (Ona da yağmur düşer ama) o ne su tutar ne de bitki yetiştirir. Allah’ın dinini inceden inceye kavrayan, Allah’ın beni kendisiyle gönderdiğinden (hidayet ve ilimden) faydalanan, öğrenen ve öğreten kimse ile (bunları duyduğu vakit kibrinden) başını bile kaldırmayan ve kendisiyle gönderildiğim Allah’ın hidayetini kabul etmeyen kimsenin misali işte böyledir.”[18]
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Yusuf Şevki Yavuz, TDVİA, Hidayet, İstanbul,1998,17/473-477.
[2] Tâhâ,20/50.
[3] Enbiyâ,21/73.
[4] Nahl,16/125
[5] Bakara, 2/256.
[6] Gaşiye, 88/22
[7] Kasas, 28/56.
[8] Yûnus,10/99
[9] Al-i İmran, 3/86
[10] Bakara, 2/264
[11] Zümer,39/3
[12] Nisa, 4/3
[13] Beled,90/10
[14] Muhammed,47/17.
[15] Tegâbun,64/11.
[16] A’raf, 7/ 43
[17] Ragıp İsfehânî,, Müfredat, Beyrut,1992, 834-839; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul,1935, 1/119-122.
[18] Buhârî, İlim 20.