İnsan, içinde yaşadığı sosyal, kültürel ve dinî şartlara göre bazı konulara daha fazla önem ve değer verme ihtiyacı hisseder. Çağlara göre şartlar değiştikçe, konulara verilen önem ve değerlerde de değişimler olur. Nitekim İslâm’ın ilk yüz yıllarında Müslümanların, dinî kavramların anlamları ve anlam arayışları içinde oldukları; orta dönemlerde hakikatin ve mahiyetinin ne olduğu konusuna yoğunlaştıkları, günümüzde ise güç elde etme arayışları içinde oldukları, bunu elde etmek için de paraya ve makama daha çok önem verdikleri görülüyor. Nitekim İslam’ın ilk yüz yıllarında oluşan düşünce sitemleri, bir çok Kur’anî veya ondan mülhem kavramları, terimleştirme ve anlam genişletmesi yoluyla kendi üşünce sistemlerine dayanak yaptıkları; özellikle de fıkhî, kelâmî ve tasavvufî yönelişlerde bunun bir çok örneğinin bulunduğu biliniyor. Mesela sufî hareketin önde gelen temsilcilerinden Necmeddin Kübra’nın “Usul-ü Aşere” adlı eserinde tasavvufla ilgili on usulden söz ettiği ve bunları da zühd, tevbe, tevekkül, kanaat, uzlet, zikre mülâzemet, Hakk’a dönmek, sabır, murakabe ve rıza olarak açıkladığı görülüyor.
Bu on ilkeden biri olan zühd, “bir şeye rağbet etmemek, ona karşı ilgisiz davranmak, ondan yüz çevirmek” anlamlarına geldiği ve karşıtının da istek ve arzu anlamına gelen “rağbet” olduğu anlaşılıyor. Buna rağmen sufî düşüncede zühd, genellikle dünyaya karşı olumsuz tavır ve davranışların bütününü ifade eder. Dünya malına, makama, mevkiye, şan ve şöhrete önem vermeme; azla yetinme, çokça ibadet etme, âhiret için hayırlı işlere yönelme, zühd ile ilgili bazı göstergeler arasında yer alır [1] İnsanın tabiî içgüdülerine ve eğilimlerine engel olması, ihtiraslarının ve kötü temâyüllerinin ezilip yok edilmesi olarak da anlaşıldığı müşahede ediliyor. Gazâlî ise zühdü bir varlığa olan rağbeti daha hayırlı olana çevirmek olarak anlıyor ve rağbet görmeyen bir şeye karşı yapılan zühdün, zühd olmadığını söylüyor. Kısaca zühdün,“ Her türlü masivadan, kîl ü kâlden, abesten sakınma”[2] olarak da açıklandığı görülüyor. Bir zamanlar yaygın olan “Bir lokma bir hırka” anlayışının da zühdle yakından ilgili olduğu biliniyor. Zira zaman zaman malı mülkü olmayana da “zahid” denildiği olmuştur. Ancak böyle bir anlayışın doğru olmadığı da açıktır. Zira malı mülkü olmayana “zahid” değil, yoksul anlamında “fakir” denilmektedir.
Bazıları ise zühdü, haramları terk etmek anlamında avamın zühd’ü ve zaruret miktarlarından fazlasını terk etmek anlamında havassın zühd’ü olmak üzere ikiye de ayırmışlardır. Neticede tanımı ne kadar farklı olursa olsun zühdün, bir kısım Müslümanları derinden etkilediği, bilinen bir husustur. Nitekim Hz. Peygamber daha hayatta iken zühd anlayışını yansıtan bazı örneklerin varlığı, bunun bir göstergesidir.
Bir gün kıyâmet alametlerinden söz eden Hz. Peygamber, bir grup sahabîyi derinden etkilemiş ve bu grup Osman b. Maz’ûn’un evinde toplanarak sürekli oruç tutmaya, geceleri namaz kılmaya, yatakta yatmamaya, et ve yağ yememeye, kadınlara yaklaşmamaya yün elbise giymemeye, dünyayı terketmeye, yeryüzünü gezip dolaşmaya ve bu konularda birbirlerini kontrol edip eksikliklerini hatırlatmaya karar vermişlerdir. Hz. Peygamber, bu olayı haber alınca, hemen Osman b. Maz’ûn’un evine gitmiş ve onlara:
“Ben bununla emr olunmadım. Nefsinizin sizin üzerinizde hakkı vardır. Bazen oruç tutun, bazen tutmayın. Gecenin bir kısmında ibâdet edin, bir kısmında da uyuyun. Ben geceleri bazen kalkar, namaz kılarım, bazen de yatar uyurum. Bazen oruç tutar bazen de tutmam. Et ve yağ yerim. Kim benim sünnetimden ayrılırsa benden değildir, demiş, daha sonra adeti üzere mescide giderek hutbeye çıkmış ve şunları söylemiştir:
“ Bazılarınıza ne oluyor ki, kendilerine kadınları, yiyecekleri, helal ve nimetleri, uykuyu ve dünyanın meşrû zevklerini haram kılıyorlar. Dikkat ediniz ben size Hristiyanların keşiş ve ruhbanları gibi olmanızı kesinlikle emretmedim. Bizim dinimize et yememek, kadınları terk etmek, Hristiyanların yaptıkları gibi devamlı ibâdet edilecek özel yerler kullanmak yoktur. Ümmetimin inzivâsı oruç, ruhbâniyyeti ise cihattır. Allah’a ibâdet ediniz ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Haccediniz ve umre yapınız. Namazınızı kılınız ve zekâtınızı veriniz. Ramazan orucunuzu tutunuz. Sizden önce çok aşırı gidenler, helak oldular. Siz kendinize sahip olunuz”. Daha sonra da ‘Ey îmân edenler, Allah’ın size helâl kıldığı şeyleri kendinize haram kılmayın, aşırı gitmeyin. Çünkü Allah, aşırı gidenleri sevmez’ buyurdu.” [3]
Abdullah b. Amr b. As ise askerî bir kimlik ve kişiliğe sahip olan babasının tam aksine gece ve gündüz bütün vakitlerini ibâdetle geçiren bir sahabi idi. Sırf bu yüzden babası onu Kureyş’li bir kızla evlendirmişti. Fakat Abdullah ibâdetlerinden vakit ayırıp da eşiyle ilgilenmemişti. Konuya muttali olan Hz. Peygamber, ona ‘Ben hem oruç tutarım hem de tutmam. Geceleri hem namaz kılar hem de uyurum. Hanımlarımla bir arada bulunurum. Benim sünnetim budur. Benim sünnetimden ayrılan benden değildir’ diyerek şöyle devam etti: “Her âbidin ibâdet için coşkulu anları ve dönemleri mevcuttur. Fakat bu dönemi bir duraklama takip eder. O zaman insan, ya sünnete doğru gider ya da bid’ate doğru gider. Sünnete giden hidayete gitmiş, başka yola giden de helâk olmuş demektir.”[4]
“Zühd”, Kur’an’da isim olarak yer almaz, zâhidin çoğulu olarak “zâhidîn” şeklinde bir yerde, sadece Yusuf suresinde geçer ve “değer vermeme” anlamına gelir. Bu kelimenin yer aldığı ayette “Onlar Yusuf’u birkaç dirheme sattılar” denildikten sonra, “Zaten Yusuf konusunda ticari bir kâr amaçları da yoktu/ ona karşı zahid idiler” [5] denilmektedir. Bu nedenle zühdün Kur’an’daki anlamı ile sufî kültürdeki anlamının tam olarak örtüşmediği, buna da zühdün terimleştirilme sürecinde anlam genişlemesinin sebep olduğu anlaşılmaktadır.
Bazılarının zan ettiği gibi zühd, dünya ve içindekileri terk etmek, olsaydı o takdir de zâhid kişi neyi infak ederek muttaki vasfını kazanacaktı? Zira sâhip olunmayan bir şeyin infakı da yoktur. Zekat ve sadaka dinin temel esaslarından biridir. Şayet Allah’ın muradı bütünüyle dünyayı terk etmek olsaydı, zekâtı, sadakayı ve yardımlaşmayı, özellikle karz-ı haseni emredip teşvik etmesi, anlamsız olmaz mıydı? Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Peygamber için “ Seni fakir bulup zengin etmedi mi?” [6] buyurmakta ve onun zengin olduğunu ifade etmektedir. Hatta kullarından çalışmayı, kazanmayı dolayısıyla onların mala mülke sahip olmalarını istemekte, ancak cimrilik ederek mal biriktirmeyi veya aşırı harcayarak israf etmeyi de yasaklamaktadır. Her iki durumda da aşırılık vardır. Allah Teâlâ ise aşırı gidenleri asla sevmemektedir.[7] Dolayısıyla da “Hayır siz, çabuk geçen şu dünyayı seviyorsunuz.”[8] âyeti ile “malı çok seviyorsunuz” âyeti[9] mala ve dünyaya bağlanmayı, özellikle dünya hayatını çok severek âhireti terk etmeyi kınamakta ve Karun’a söylenen şu sözü de asla unutmamamızı istemektedir:
“Allah’ın sana verdiği bunca mal-mülk ile ahiret yurdunu kazanmanın yolarını ara, dünyadan nasibini de unutma. Allah sana nasıl bol bol ihsan ettiyse, sen de insanlara bol bol ihsanda bulun.”[10]
Bu bilgilere göre zühd, dünyayı, malı ve mülkü çok ciddiye almamak ve bunlara değerinden fazla önem vermemek demektir. Bu nedenle Hz. Yusuf’un satış hikayesini anlatırken Allah Teâlâ’nın “Ona karşı zâhid idiler” ifadesine yer verişi ve buna özel bir atıfta bulunuşu, bize verilmiş önemli bir mesajdır. Bizim de bu mesajdan alacağımız bir ders vardır ve olmalıdır. O ders de dünya hayatında mala ve mülke sahip olsak da, sahip olduğumuz mal ve mülke karşı onun esiri olacak kadar rağbet etmemek, hırslı ve arzulu olmamaktır. Daha açık bir ifade ile “zühd”, malı, serveti, eşyayı, kısaca dünya malını cebimize değil kalbimize koymamak; sahip olduklarımızla şımarmamak, “dünyayı ahiretin tarlası” olarak görmek ve Kur’an’a ve onun verdiği mesajlara göre bir hayat yaşamaktır. Bunun için de Müslüman, dünyayı, malı ve mülkü, kendisini ahirete götüren bir araç, “Allah rızası” nı da ulaşması gereken bir amaç olarak algılamak ve anlamak zorundadır. Zira bu dünyada Allah’la beraber olan, ahirette de O’ nunla beraber olacaktır. Samimiyetle cevaplamamız gereken soru şudur: Allah, bu dünyada bizimle beraber olduğunu ve şah damarımızdan da bize yakın olduğunu söylüyor, ama biz duygu, düşünce ve davranış olarak Allah’a ne kadar yakınız ve günlük hayatımızda O’ nunla ne kadar beraberiz?
[1] Cürcanî, Taʿrîfât, “zhd” maddesi.
[2] Mahir İz, Tasavvuf, İstabbul,1969, s.104
[3] Vâhidî, Esbabu’n-Nüzûl, Kahire, 1968, 137-138; Maide,5/87.
[4] Ali Bardakoğlu ve diğerleri, Sahabîler Ansiklopedisi ,Tercüman Yayınları, İstanbul, 1989 s.93-96.
[5] Yusuf,12/20
[6] Duhâ, 93/8.
[7] Bakara, 2/190.
[8] Kıyâme, 75/20-21.
[9] Fecr, 89/20.
[10] Kasas,28/77.