Sevgiyi, dostluğu ve bağlılığı devam ettirmenin, kısaca bu bağlılığı sürekli kılmanın adına “vefa” deniliyor; dolayışıyla da sevginin dostluğun, bağlığın, minnettarlığın ve sadakatin de en temel göstergesi olarak kabul ediliyor. Vefa, tıpkı sevgi de olduğu gibi bir projektöre benziyor, kime yöneltilmiş ise ona karşı vefalı olunuyor. Bu nedenle vefa göstergeleri bir kimse ile sınırlı kalmıyor, farklı varlıklara da yansıtılabiliyor. Dolayısıyla başta kendisine hayat veren ve sayısız nimetler bahşeden Allah’a; kendisini dünyaya getiren anne-babasına; eğiten ve yetiştiren hocalarına ve bir şekilde ilişkide bulunduğun dostlarına karşı insandan, vefa umuluyor ve bekleniyor. Bu beklentiyi ise Hz. Ali’nin “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözüyle ifade ettiği de biliniyor.
Hiç şüphesiz, ihlasla ve samimiyetle yapılan her iyilik ve verilen her emek, elbette ki alacak hanesine yazılmaz ve yazılmamalıdır da. Çünkü yapılan her iyilik, verilen her emek Allah rızası için yapıldığın da bir anlam ifade eder. “İyilik et denize at, balık bilmez ise Halik bilir” ata sözü bu ilkeyi açıklar. Ancak bu kural, sadece iyiliği yapan açısından geçerlidir, kendisine iyilik yapılan kişi açısından değil. Çünkü kendisine iyilik yapılan kişi, iyilik yapana teşekkür borçludur. Allah’ın verdiği nimetlere yapılan teşekkürün adı ise “şükür” dür. Bu nedenle Allah’a şükür ve insana da teşekkür etmek, vefalı olmanın, bir başka deyişle nankör olmamanın, yapılan iyiliği ve verilen emeği unutmamanın en temel göstergesidir. Dolayısıyla vefakar insan, sevgisinde, saygısında, dostluğunda istikrar ve karakter sahibi olan, kısaca zikzak çizerek bahaneler üretmeyen kişidir.
Vefalı olmanın karşıtı, vefalı olmamaktır, unutmaktır ve nankörlüktür. Bu nedenle insanın vefalı olabilmesi için unutmaması ve nankörlük etmemesi gerekir. Bunu içindir ki Allah Teâlâ, insandan kendisini unutmamasını, sürekli hatırlamasını isteyerek, “Allah’ı unutan, bu yüzden Allah’ın da onlara kedilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın” [1] uyarısında bulunur ve “ Beni anın ki ben de sizi anayım, şükredin ve asla nankörlük etmeyin” [2] der. Bu nedenle vefalı olacağımız ilk varlık Allah Teâlâ’dır. Daha sonra sırasıyla anne-babamız, eşimiz, yakın akrabalarımız, bizi eğiten ve yetiştiren hocalarımız, dostlarımız ve arkadaşlarımız vefa göstereceğimiz insanlar arasında yer alır.
Allah’a karşı vefalı olmak, O’nu asla unutmamak, hatırlamak ve O’nu bize hatırlatan davranışlarda bulunmak, kısaca kulluk görevlerimizi yerine getirmektir.
Anne-babamıza vefalı olmak, yaşlılıklarında onlara bakmak, kol kanat germek, şefkatle, sevgi ile muamelede bulunmak; asla onları incitmemek ve terk etmemektir. Yoksa onları huzur evlerine koyarak ara sıra ziyaretlerine gitmek veya onları terk ederek yalnızlığa mahkum etmek değildir.
Eşimize vefa, yaptığı her hizmet için teşekkür etmek, hastalandığında bakmak, iyiliklerini hatırlayarak kusurlarını görmemezlikten gelmek ve ona karşı hoşgörülü olmaktır. Sağlıkta olduğu gibi hastalıkta da beraber olmak ve onunla yakından ilgilenmektir. Nitekim eşe vefalı olmanın somut örneğini şu hikayede açıkça görürüz:
Sabah erkenden evinden çıkan yaşlı bir adam, yolda yürürken bir bisikletlinin çarpmasıyla yere yuvarlanır ve hafifçe yaralanır. Sokaktan geçenler, o yaşlı adamı, hemen en yakın sağlık birimine ulaştırırlar. Hemşireler, pansumanı yaptıktan sonra biraz daha beklemesini; her hangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını incelemek için röntgen çekeceklerini söylerler. Yaşlı adam, huzursuzlanır ve acelesi olduğunu ve röntgen istemediğini söyler. Hemşireler merakla acelesinin sebebini sorarlar. “Eşim huzur evinde kalıyor. Her sabah birlikte kahvaltı etmeye giderim, gecikmek istemiyorum” der. “Eşinize haber iletir gecikeceğinizi söyleriz” deyince, yaşlı adam üzgün bir ifade ile: “Ne yazık ki karım Alzheimer hastası, hiç bir şey anlamıyor, hatta benim kim olduğumu dahi bilmiyor” der. Hemşireler hayretle: “Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor, neden her gün onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz?” deyice; o yaşlı adam hemşirelere “Ama ben onun kim olduğunu biliyorum” diye cevap verir. Eşe vefa, bundan daha güzel nasıl anlatılabilirdi?
Hocalarımıza, dostlarımıza, arkadaşlarımıza vefa, onları da unutmamak, hayırla yad etmek, arayıp sormak ve ziyaretlerine gitmektir. Bir talep de bulunmuşlar ise imkanımız ölçüsünde o talebi karşılamaya çalışmaktır.
İnsanlara karşı vefa ise, sözünde durmak, aksi davranışlarda bulunmamak, kısaca “ahde vefa” göstermektir. Ahde vefa, ise özü-sözü bir olmak ve sözünde durmak demektir. Nitekim Kur’an’da bir çok ayet, “ahde vefa” ya riayet edilmesini tavsiye etmekte ve ahdine riayet edenleri de övmektedir.[3]
Ne var ki insanoğlu, fıtratı gereği potansiyel olarak vefalı olmaya da, olmamaya da mütemayildir. Kendisini “beşerîlik” ten kurtarıp “insan olma” çabası içinde olanlar, vefalı olmayı bir görev bilirler ve yerine getirmeye çalışırlar. Böyle bir çabanın içinde olmayanlar ise vefasız olurlar ve nankörlük yapabilirler. Bu tutum ve davranış ise kendisine verilen emeklerden ve yapılan iyiliklerden kurtulmanın en kestirme yoludur. Bu nedenle vefasızlar, değer ve kıymet bilmezler; inkarı, kırıp dökmeyi, şikayeti, vefasızlığına gerekçe olarak göstermeyi marifet sayarlar.
Vefasızlık, çağlar boyu insanların, en temel sorunlarından biri olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Nitekim Yusuf Has Hacib’[4] den Fuzulî’ye, Mehmet Akif’ten Ferit Kam’a kadar meşhur edipler, vefasızlıktan şikayet etmişlerdir.
“Her kimden vefa beklediysem ondan cefa gördüm.
Bu vefasız dünyada kimi gördüysem vefasız gördüm”[5] derken;
“Vefa yok, sözünde durma hiç yok, emanet anlamsız bir söz,
Yalan rağbette, ihanet gerekli, hak her yerde kayıp”[6] diyerek vefasızlığa isyan eder.
Ferit Kam ise,
“Sağlığında nice ehl-i hünerin,
Bir tutam tuz bile yoktur aşına,
Öldürüp evvel onu açlıktan,
Sonra bir türbe dikerler başına” diyerek sağlığında vefa göstermeyip de öldükten sonra vefa gösterisinde bulunanları kınar.
Vefasızlık, her dönemde olmuştur, ama günümüzdeki kadar yaygın olmuş mudur? Bilinmiyor. Bilinen bir şey varsa o da günümüzde insanların ,vefayı değil de vefasızlığı daha çok benimsedikleri, vefa göstermesi gereken kimselere karşı çıkarlarını öncelediği, rahatlığı ve konforu kaybetmek istemedikleri için vefasızlık ettikleri ve yeterince ahde vefa göstermedikleri görülüyor. Bu sebeple vefa hayatımızdan çıkıp gidiyor ve bizden gittikçe uzaklaşıyor; aslında vefa bir yere gitmiyor, fakat biz ondan uzaklaşıyoruz. Şayet ihtiyaç hisseder de bir gün arayacak olursak onu nerede bulacağımız ve tekrar ona nasıl kavuşacağımız konusunda fazla kafa yormaya gerek kalmıyor. Zira onu kaybettiğimiz yerde, yani kendimizde aradığımızda bulabileceğimizi de çok iyi biliyoruz.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Haşr,59/19
[2] Bakara,2/152
[3] Ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler…” (Bakara Suresi, 177.); “Ahde vefa gösterin, doğrusu verilen ahidde sorumluluk vardır.” (İsrâ Suresi, 34.)
[4] “Vefaya karşı vefa göstermek insanlık görevidir; vefakârlık et insan ol ve adını yükselt.”
[5] “Vefa her kimseden kim istedim ondan cefa gördüm/Kimi kim bîvefa dünyada gördüm bîvefa gördüm.”
[6] Vefa yok, ahde hürmet hiç, emânet lafz-ı bî medlûl / Yalan râyiç, hiyânet, mültezem her yerde, hak meçhul.” Safahat, İstanbul, 1950, s. 456.