Türkiye, İslam medeniyet ailesinin en güçlü bir öğesi iken, kendi kimliğinin farkına varamayan ve kendi geleceğini batı’da gören, bir grup idareci ve entellektüelin hayali ile, kimlik değişimine maruz kaldı. Böyle bir duruma, elbetteki ilmi ve fikri zayıflık ve sosyal düşüncemizdeki tembelliğinin de etkisi var. Ama olay, sadece kendi eksiklik ve hatalarımızdan kaynaklanmış olsaydı, kısa zamanda hataların farkına varılır ve yanlışlıklardan dönülebilirdi. Ama, kültür kimliğin kaybı; değişimi, “değiştirme” seviyesine çıkardı ve topyekün bir kargaşa ve belirsizliğin içine sokuverdi.
Batılılaşma ve modernleşme hareketinin tutarsızlığı:
Osmanlı devleti, III. Selim zamanında, yaptığı siyasi değerlendirme ile; Batı’dan sadece bilgi ve harp teknolojisi konusunda, devlet görüşü ortaya koymuşken, neden II. Sultan Mahmut ile birdenbire “topyekün değişme” çabalarına girişti, bunu şöyle açıklayabiliriz. Osmanlı entellektüelleri, ilmi ve ahlaki konuda, medeniyetlerini taşıyıcı bir özelliği kaybetmişler ve Batı’nın teknolojik gelişiminin etkisinde kalmışlardı. Halbuki sosyal sistemlerin varlığı; bilgi, ahlak ve kültür ile ayakta durmaktaydı.
Batılılaşma ve daha sonraki modernleşme hareketlerinde de, aynı çizgi devam etti. Halide Edip ve Adnan Adıvarlarlar; değişimde İslam ve Batı kültürünün birbiriyle mukayesinin yapılmadığın, hedefin batı kültürünü aynen almak olduğunu ifade ediyorlardı. Yani batı kültür ve sistemi, “doğmatik ve yegane gerçek” olarak kabul edilmişti. Dolayısıyla, eski kültürün reddelişi, eski kaynakların okunmaması için alfabe, sistemin değişmesi için kurumların Batılılaştırılması, hep bu “dogma”nın kabulü içindi.
Kültür değişiminin, sosyal hareketleri başlatan en önemli faktör olduğunu sosyoloji bize anlatıyor. Bu yüzden, farklılaşma ve çözülmenin de; ayağa kalkış ve dirilişin de hareket noktası kültür değerlerinin benimsenmesi olmaktadır. Bu yüzden, hangi kültür ve dünya görüşünün gerçekleşeceği, inanç ve düşünce sistemlerine bakarak anlaşılabilmektedir.
Değişim, gerçekten isteniyor mu; yoksa, sadece söyleniyor mu?
Türkiye’de ikiyüz yıla yakındır, devlet eliyle sistemli bir şekilde batılılaştırılmasına rağmen ; yenilikçilerin söz ve vaatleri gerçekleşmediğini, fikir ve devlet adamı Sait Halim Paşa yazılarında anlatmaktadır. Sistemin, aksaklıkları ve yabancılaşmanın aşırılıkları; sosyal yapı tarafından sahiplenilmemesine rağmen, batılılaşma faydalı olmamıştır. Bir yandan halkın muhafaza ettiği kültür değerleri, sosyal hayatta varlığını belli ölçüde devam ettirirken; resmi sistem hala, batı değerlerine ve kurumlarına olan bağlılığını sürdürmektedir. Üstelik bu sistem; tarihine ve kültürüne bağlı olduğunu söyleyen siyasi grup ve kesimler tarafından eleştirilmesine rağmen, sürdürülmektedir.
Sosyal olarak böyle bir durum, izahı zor ve geleceği müphem bir durum arz etmektedir. Ya sistemde bir sahtelik veya eksiklik vardır. Veya, dile getirilen kültür, gerçekten istenmemekte veya ne istendiği bilinmemektedir. Çünkü, batılı sistem; bütün kurum ve metotlarıyla ayakta dururken, bazı tarihi, kültürel ve din söylemlerin zaman içinde aşınma veya gayri ciddi olarak anlaşılma durumu ile karşı karşıya kalınmaktadır.
Değişimin öncüleri ilim ve fikir adamlarıdır:
Bir toplumun değişim, ancak o toplumdaki ilim ve fikir adamlarıyla yapıldığı zaman, bir değer ve anlam taşımaktadır. Çünkü, toplumun barometresi ilim, fikir ve sanat adamlarının elindedir. Onlar; değişimin gereği ve nasıl yapılması gerektiği ile ilgili en hassas karakter ve ölçülere sahiptirler. Siyasi veya idareciler ise, bu kesimin bulguları üzerinde hareket etmek durumundadırlar. Aslında böyle bir işbölümü, olayın teorik ve pratik yönünün karşılanması açısından da önem taşımaktadır.
Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde, toplumun değiştirilmesine yol açanlar; bazı paşa ve düşünce adamlarıdır. Zamanın ilim adamları ve tarihçileri, olayın sosyal, ahlaki ve tarihi yönüne dikkati çekmiş ve bunun toplumsal gerekliliğini açıklamışlarsa da, siyasi ve idari bürokrasi, kendi istediği yolu izlemişlerdir. Toplum, böylece bilmediği ve tanımadığı bir siyasi ve idari yapı ile karşı karşıya kalmış ve onunla uzun yıllar dargın yaşamıştır. Birinci Mahmut ile başlayan, zoraki batılılaşma teşebbüsleri ve daha sonra Jön Türk ve İttihat Terakki ile devam eden yenileşme hareketlerinde, temel belirleyici faktörler, Fransız düşünce hareketleri ve batılı siyasi teşkilatların yönlendirici etkisi olmuştur. Ne tarihi bilgi, ne toplumsal yapının niteliği ve ne de, İslam medeniyetinin asırlardır gelen yaşama tecrübesi yeni sistemin oluşumunda rol alamamıştır.
Günümüzde de, yeniden kendimize dönüş ve kültürü sahiplenme hareketi; siyaset ve idareci kadroların elinde yeterli bilgi ve sosyal özelliği ortaya koyamamaktadır. Çünkü, sistemin ruhu kaybolmuştur. İlim, fikir ve edebiyat adamlarının yönlendirici ve destekleyici gücüne ihtiyaç vardır. Sosyal yapı, ancak güçlü ve samimi bir ruh ve kültür ile sürdürülebilir. Bu gerçeği fark edemeyen ve sadece söylem ve siyasi kalıplar ile hareket edenler, yanlış çözümler ile karşı karşıya kalabilirler.
Prof. Dr. SAMİ ŞENER