İstanbul’da, İstanbullu olmayanların da tanıdığı veya duyduğu bir İstiklâl caddesi vardır ve orada bir de Mısır Apartmanı. Bu apartman, 1910 yılından bu yana nelere şahit olmamıştır ki?
Meselâ; Mustafa Kemâlin, defalarca merdivenlerinden çıkıp, özel dişçisinin koltuğuna oturduğu apartmandı burası. Bir zamanlar, sosyetenin ünlü terzisi ve dahi sevgilisi Celal Bey, yıllarca burada icrayı sanat eylemişti.
Ve bu binada bir yıldan fazla oturan bir İsrailli vardı: Adı, Reuven Shiloahtı. Sözde o, İsrail Dışişleri Bakanlığında görevli bir memurdu, ama İsrail’in dış güvenlik konseptini, ülkenin kurucusu Ben Gurionla beraber hazırlamıştı. O, bu apartmanın üçüncü katında otururken, Mossad’ın da temellerini atmıştı. O, Ben Gurion ile Başbakan Adnan Menderes’in, 1958 yılında yaptıkları ünlü gizli görüşmenin mimarlığını, birçok ülke liderlerinin, İsrailli yetkililerle görüşmesini buradan yönetmişti. İşte böyle bir apartmandı Mısır Apartmanı. Ve işte bu apartmanda, takvimler 1936 yılının 27 Aralık gününü gösterirken, onurlu, dik duruşlu, mütefekkir, şerefli şair MEHMET ÂKİF,ruhunu Rahmet-i Rahman’a sessiz sedasız teslim edivermişti. Ruhu şad olsun. Mekânı cennet olsun…
BAHÇEMİZ NEREDE VE NASIL
Her karış toprağı şüheda kanlarıyla yoğrulmuş bu aziz vatanımız, Âkifin özlemini çektiği bahçemizdi. Bu dünyada herkesin bir bahçesi vardı. Bizim bahçemiz de burasıydı. Emperyalizm, başkasına ait bahçeleri çöle döndürüyordu. Ya da başka bahçelere girince orayı kendi zevkine uygun bahçeler haline dönüştürüyordu. Meselâ, bir İNGİLİZ, bir de FRANSIZ bahçesi vardı. İngiliz bahçesindeki bitkiler tamamen doğaldı; yani İngiliz, girdiği ülkenin inanç ve kültürüne fazla dokunmuyordu, ama Fransız Bahçesi öyle değildi. Fransız yöntemiyle oluşturulan bahçe, elindeki biçme makinasıyla, beğenmediği her bitkiyi, her fidanı doğrayıp geçen, katil ve acımasız bir bahçıvanın oluşturduğu bahçe gibiydi. Küresel emperyal güçler bu yöntemle, işgal ettiği coğrafyanın, kültürel kaynaklarını, medeniyet havzalarını, tek tek biçip doğruyor ve sonra da çölleşmeye terk ediyordu. Meselâ; Afganistan, Mısır, Irak, Suriye ve benzeri İslâm coğrafyalarında bahçeler, bu yöntemlerle çölleştiriliyordu. Onların çölleştirme faaliyetlerine karşılık, Âkif’imizin de bir bahçe formülü vardı. Ona göre, bizim bahçenin fidanları, emperyalizmin bahçelerinde yetişmiş olmamalıydı. Oralarda yetişmiş olsa da, kendi inanç ve kültür çeşmelerimizin sularıyla sulanmalıydı. Ona göre, bizim bahçenin bitki örtüsü, dış laboratuvarlarda genleriyle oynanmış G.D.O’lu tohumlar olmamalıydı. Bizim bahçenin bitki örtüsü, kendi suyumuzla, kendi toprak ve güneşimizle beslenmeli ve yetiştirilmeliydi. O, bunun kavgasını yıllar önce Tevfik Fikret ile yapmıştı. Âkifimizin bahçesi, ASIM’larlabezenmişti. Fikret’in bahçesi ise, Haluklarla. Akifin bahçesi, havası, suyu ve bitki örtüsüyle tamamen yerli ve milli olan bir bahçeydi. Tevfik’in ki ise, Batıya gidip, oralarda kilisedeki kuyuların suyu ile beslenip, tamamen o havaya adapte olan bir bahçe.
BU GÜN SAĞ OLSAYDI
Merhum Âkif, bu gün yaşamış olsaydı herhalde şu ayeti okurdu:duktan sonra aşağıdaki dizeleriyle tekrar tekrar haykırırdı bizlere:
“Birbirinize de girmeyin ki, maneviyatınız sarsılmasın, devletiniz gitmesin.”Ve sonrada şu dizelerle haykırırdı bizlere:
“Sen! Ben! desin efrâd, aradan vahdeti kaldır;
Milletler için işte kıyâmet o zamandır.
Mâzilere in, mahşer-i edvârı bütün gez:
Kânûn-i İlâhî, göreceksin ki, değişmez: “Vahdetten eser yok bir avuç halkın içinde!
Post üstüne hem kavgaların hepsi nihâyet,
Hâlâ mı boğuşmak, bu ne gaflet, ne rezâlet!” (…..)
“Kaç yurda veda etmedik artık bu uğurda
Elverdi gidenler, acıyın eldeki yurda!”
“ Girmeden bir millete tefrika düşman giremez,
Toplu durdukça yürekler onu top sindiremez,”
KÜRSÜLERDEN DE HAYKIRIRDI
Merhum, 1336 (M.1920) yılının Teşrînisanisinin 19’unda, bir Cuma günü Kastamonu’daki Nasrullah Camiinde Milletimize hitaben tarihi bir konuşma yapmıştı.
O, bu vaazında dünyaya nasıl bakmamız, nasıl bir toplum ve birey olmamız gerektiğini çok açık cümlelerle ve örneklerle dile getirmişti. Vaazından önce Âl-i İmran Suresinin 118. ayetini okumuş ve mealini vermişti:
“Ey Müslümanlar! Bu ayette Cenabı Hak buyuruyor ki: “ Ey Müminler! Size ellerinden gelen fenalığı yapmaktan çekinmeyen, bu hususta hiçbir fırsatı kaçırmayan, dininize yabancı olan kimseleri kendinize mahremi esrar dost, arkadaş edinmeyiniz.
Bunların, sureti haktan görünerek size güler yüz göstermelerine, hayrınızı ister gibi tavırlar takınmalarına asla kapılmayınız. Onların gece gündüz istedikleri, sizin felaketinizden, izmihlalinizden,/çökmenizden/ esaretinizden başka bir şey değildir. Baksanıza, size karşı kalplerinde besledikleri düşmanlık o kadar dehşetli ki bir türlü zapt edemiyorlar da, ağızlarından kaçırıveriyorlar. Hâlbuki yüreklerinde kök salmış olan husumeti, ağızlarından taşan ile mukayese etmek bile mümkün değildir. (Kalplerindeki düşmanlık) ağızlarından taşan düşmanlıktan daha fazladır ve daha şiddetlidir…
DÜNÜMÜZÜ DE HATIRLATIRDI, YAŞASAYDI
O güzel insan derdi ki:
“Biz Türkiye Müslümanları, dünyanın üç kıtasına hâkimdik. Ordularımız Viyana önlerinde gezerdi. Donanmalarımız Hint okyanusunda yüzerdi. Müslümanlık rabıtası, ırkı, iklimi, lisanı, âdetleri ve ahlâkı büsbütün başka olan birçok milletleri yek diğerine sımsıkı bağlamıştı; Boşnak, Slavlığını; Arnavut, Latinliğini;Pomak, Bulgarlığını…Velhasıl her kavim kendi kavmiyetini bir tarafa bırakarak İslâm camiası etrafında toplanmış, Kelimetullahı ilâ / Allah adını yüceltmek, yaymak/ için canını, kanını bütün varını güle güle, koşa koşa feda etmişti.
Fakat sonraları aramıza Avrupalılar tarafından türlü türlü şekiller, türlü isimler altında ekilen tefrika,/ayrılık/ fitne ve fesat tohumları, bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeye, dallanıp budaklanmaya başladı. O demin bahsettiğim rabıta /bağ/ gevşedi.”
Akifin sözleri üzerinde yeniden düşünelim mi?
VEFA YOKUŞU DÜZLENDİ Mİ?
Merhuma vefa borcumuzu bir nebze olsun ödeyebilmek için, ondan nakledilen vefa duygusuyla ilgili bir anekdotla yazımızı noktalayalım.
Âkif, kızının nikâh merasimine, çok sevdiği dostu Bosnalı Ali Şevki Efendiyi dâvet etmişti. Yaşı hayli ilerlemiş olan Şevki Efendi, bu dâvete icabet etti, ama biraz gecikmeli gelebildi.
Mahcup bir halde gecikme sebebi olarak ise, İstanbul’daki Vefâ Yokuşundan çıkarken sıkça soluklandığını gerekçe gösterdi. Merhûm Âkif, dostunun mazeretine sevgi dolu bir tebessümle karşılık verirken şu anlamlı cümlelerle cevap verdi:
“Hangi Vefâ Yokuşundan bahsediyorsun Hoca Efendi? Nesl-i hâzır (şimdiki kuşak) o yokuşu çoktan düzledi bile…”
Gerçekten vefa yokuşu düzlendi mi dersiniz?
Hayır, hayır, bizler onu seviyoruz, rahmet ve minnetle anıyoruz. Fatihalarımız, dualarımız onadır.
Ruhu şad, mekanı cennet olsun….
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi