ÖNCE AMERİKA..
Sahip olduğu uçsuz bucaksız topraklara rağmen 1950 öncesinde Amerika’da, göğe doğru yükselme eğilimi fena halde belirginleşmeye başladı. Sonunda, kentlerin boğazını sıkıp, insanları “tek çare gökdelen!”noktasına getiren yanlış kentleşme politikası maalesef biz dahil birçok ülkenin kanına giren bir virüs yarattı.
Kent içinde kalan arsalarda yükselebildiğince yükselmek, nerede ise medeniyet ölçeği haline geldi.. Ellilerde Amerikalılar, hatayı fark etmişlerdi. Ama başta New York olmak üzere büyük kentlerde iş işten geçmişti artık. “Suburb”denilen banliyö mantığı ile, yerleşimin kent dışına taşınması, yayılması ve Amerika’nın kuruluş yıllarına öykünen az katlı yaşama dönüşmesi projesine, yapılan büyük yanlışın telafisi için can simidi gibi sarıldılar. Ve sonunda, “Amerikan konutu dediğin en çok iki katlı ve bahçeli, üstelik ahşap olur”tanımı yaygın hale geldi günümüzde.. Nitekim Amerika’daki konutların %90’ının, deprem bölgesi Kaliforniya’da ise %99’unun bu tanıma uygun ve ahşap olduğu bilinmektedir.
Amerika’da; çok özel, çok nadir, çok katlı ve lüks abidesi yapılar dışında gökdelen-vari konutlarda oturanlar, düşük gelir grubunun çaresizleridir artık.. Onlar için bile bu yaşamın sosyal sorunlar yarattığı, yüksek binalarda suç oranının arttığı tespit edilmiş, tekrar az katlı klasik mahalle yapısında yerleşimlere dönüş programları başlatılmıştır. Bunun dışında, görgüsü sorgulanır fakat parasının hesabı sorgulanmazların da tercihi değildir Amerika’da çok katlı konut..
Yani bu manzara ve gelinen sonuç en az yüz yıllık bir deneyimin ürünüdür o ülkede.. Bu yorumun, Amerika 2050’yi planlayan ünlü bir kentsel tasarım bürosu ile paylaşıldığını da eklemeliyim..
SONRA TÜRKİYE..
Meşhur bir sözümüz vardır bizim: “Amerika’yı yeniden keşfetmek!..”
Deyiş bana pek sevimli gelmese de, galiba bu kez hakkını vermek gerekecek. İleride ağır bir fatura ödememek için şimdiden düşünmeye başlamalıyız katları azaltmayı, yaşamı kolaylaştırmayı.. Elbette sadece birileri dedi diye değil, deprem risklerini ve
diğer yaşamsal riskleri azaltmak için yapmalıyız bunu..
“Yahu çok yayılırsak, hizmet nasıl gidecek oralara?..”diyenlere, tıklım tıklım kent içi
yaşamda, örneğin İstanbul’un bazı zaman dilimlerinde üç dört saati bulan kent içi ulaşımda harcanan zamanı ve harcanan enerjinin bedelini hesap etmelerini öneririm. Zamanın bedeli için de herkes kendi günlük kazancını mesai saatlerine bölsün ve yolda kaybettiği zaman ile çarpsın lütfen..
Bu basit formülü, hiç alışkın olmadığımız zamanın değerini hesapta çok zorlandığımız için, örnek olarak sundum..
Sağlık, güvenlik, itfaiye gibi kentsel kanallar tıkandığı için sunulamayan her türlü aksayan hizmet maliyetinin yanında, aşırı yerleşim yoğunluğu yüzünden iflas eden alt yapı hizmetlerinin sosyal ve çevresel faturasını da hesaba katmak gerekecek..
Şehir dışı 50’inci kilometreden, yarım saatte kente ulaşmak mümkün iken, 5 kilometreyi bir saatte gidemediğimiz güzergahları hatırlamanızı da ayrıca öneririm..
BİR KAÇIŞ
YA DA KURTULUŞ ÖYKÜSÜ..
Tam burada, özelimden bir aktarım yapmama izin veriniz. Otuz yıl önce ailece İstanbul’dan adeta canımızı kurtarmak için kaçıp, Bursa’nın bir köyüne yerleşmemizin % 50 nedeni, iş hay huyu ile bir gün içinde ortalama 300 km yapar hale gelmem ve bu sırada hayatımın da tam yarısının yolda geçiyor olması idi.. Mimardım üstelik, dolmuş şoförü değil.. Mesleğim, çok önemli bir hizmet olan şoförlük olsaydı, yaptığım kilometre ancak o zaman hayatıma bir anlam katacaktı.. Benim için ise sadece eziyetti..
Hani yaşadım da oradan biliyorum.. Elbette bu sıkıntıyı bire bir çeken, ama olanları da “hayatın kaçınılmaz kaderi!”kabul edip sineye çeken milyonlarca vatandaşın neden sesi çıkmamakta ya da çıkabilen seslere kulaklar tıkanmaktadır bilinmez..
“Kaçabilen köye kaçsın!”demiyorum elbette.. İki el yerine iki pençemiz olmadığına göre tırmanmak için yaratılmadığımız aşikar.. Mümkün olduğunca yere yakın, ayağı toprağa basabilen bir yaşamı niçin talep etmiyoruz diyorum sadece.. Gökleri delmek bize ne kazandıracak ya da neler kaybettirecek, bir sorgulayalım diyorum..
GÖKDELEN DEMEK
NE DEMEK?.
Burada “gökdelen dediğin nedir ki?”sorusu akla gelecektir.. Yorum muhtelif.. Gök dediğin birinci katta bile delinmeye başlar bana sorarsanız.. Ama galiba otuzuncu katta travma yaratmaya başlar ki, genellikle 100 metreden sonrakilere münasip görülen bir tanımlama olmuştur bu sözcük. 1963’de biten, Ankara Kızılay meydanındaki 21 katlı 87 metrelik iş merkezine bile “ilk gökdelenimiz!”demek bizleri çok mutlu etmişti.. Bu heves, içimizde bir ukde kalmışçasına devam edip gidiyor..
Dünyada ise 200 metre, nerede ise alt sınırdır ve 500 metre bile artık aşılmıştır. Şimdilik bu tanıma uyan 300 gökdelen ismi saymak mümkün.
Gün boyu değil, sadece belirli mesai saatlerinde kullanılan iş merkezlerinin, devlet dairelerinin ve otellerin; kendi içlerindeki ulaşım, iletişim zorunluluğu dikkate alındığında tek bir çekirdek etrafında mimari çözüm aramasını bir noktaya kadar anlamak mümkün. Hani firmanın ya da kamusal kuruluşun ilk derdi kent içinde olmaksa, parası da ancak bulduğu yere yetti ise, işlenen cinayete taammüden yerine nefsi müdafaa demek hafifletici olabilir..
Türkiye’de, 80 metre ile 220 metre arasında 120’yi aşkın gökdelene sahip olmakla ne kadar övünsek azdır.. Allah’tan çoğu iş merkezi ve otel.. Ama konut kılığına girmiş olanlar hiç de azımsanacak gibi değil ve bence üzücüdür ki son sürat çoğalıyorlar. Yakında gökdelen diye anılan yapılarımızın “çoğu artık konut”diyeceğiz.. Bu artışın topluma ne kazandıracağını gerçekten merak ediyorum.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi