Rus Çarlığına soyunan Putin, Ukrayna’ya savaş açtıktan sonra “Dünya üçüncü cihan harbine mi gidiyor?” sorusunun akla geldiği şu günlerde savaşın dinimizde ne anlam ifade ettiğini tekrar hatırlamamızda fayda vardır.
Savaş konusunda, Gaye İnsan Ufuk Peygamber Nebiyyi Muhterem (sav) şöyle buyurur: “Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, Allah’tan afiyet dileyin. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.” (Buhari, Cihad 156; Müslim, Cihad, 20; Ebû Davud, Cihad 98). Bu hadis, savaşın arzu edilmeyen bir olay olduğunu ortaya koyarken, barışı işaret eder.
Dolayısıyla Peygamber Efendimiz (s.a.v), her zaman barışa önem vermiştir. Hudeybiye Barışı, O’nun hayatında büyük bir zaferdir. O Yüce Peygamber Mekke’yi fethettiği gün, kendisine her türlü kötülüğü yapmış, hicrete mecbur etmiş olan Mekkelilere şefkatle davranmış, Mekke’yi kan dökmeden fethetmiştir. Hâlbuki on üç yıl Mekke’de hayatı Müslümanlara dar eden Mekkelilerin hepsini, isteseydi kılıçtan geçirebilirdi. Ama bunu yapmamıştır, çünkü O, rahmet peygamberidir.
İslam’da barış esastır. Gayrimüslimler Müslümanlarla barış içinde yaşamayı isterlerse, İslâm ille de savaşı öngörmez. Zaten İslâm böyle düşmanca bir ortamı tasvip de etmez. Hatta düşmanlık anında bile gönüllerdeki sevgi tohumlarını muhafaza eder. O daima iyilikle muameleyi ve adaleti gözetmeyi emreder.
İslam, insanların yeryüzünde barış ve sükûnet içinde yaşamalarını temin eden bir dindir. İslâmî yaşantının aslı ve temeli barıştır. Savaş ise ancak bir mecburiyet sonucu, yani başka türlü hareket etme imkânı kalmadığı zaman söz konusu olur.
İslam’da savaş yüce bir dava uğruna, fikir ve düşünce hürriyeti adına, insanlığa giden yolları açma uğrunda yapılır. Bununla beraber gerektiğinde barışa gitme de ihmal edilmez. Çünkü barış esas, savaş ise tâlidir. “Ey iman edenler! Hep birden barışa girin, şeytana ayak uydurmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır.” (Bakara, 2/208) ayeti de barışı öngörür.
İslâm’da savaş; kan dökmek, toprak kazanmak, ganimet elde etmek, petrol kuyularını ele geçirmek için yapılmaz. İslâm’da savaş, genelde müdafaa eksenlidir. Cihad, İslam ile insanlar arasındaki engelleri kaldırarak, onların İslam’la buluşmalarını sağlama gayretidir. Savaş ise büyük ve kutsal bir hareket olan cihadın bir parçasıdır. Ama kaynaklarda cihad bazen savaş yerine de kullanılır. Yani cihad, savaşı da içine alan bir harekettir. Fakat savaş kelimesi, cihadın ihtiva ettiği manayı tamamen kapsamaz. Cihad, kıyamete kadar devam edecek olan bir harekettir; kesintisizdir, mekruh vakti yoktur. İslâm’ın doğru anlaşılması, anlatılması, sevdirilmesi için ortaya konulan her türlü gayret cihadın kapsamına girmektedir. Savaş ise gerektiğinde İslâm düşmanları ile yapılan fiilî mücadelenin sadece bir kısmıdır.
İslam’da insan hayatı önemlidir. Düşmanı, barışa doğru meylettirmeyi başardıkları her an Rasûlullah (s.a.v) barış yapmak için hazırdı. Zaten O (s.a.v), hiçbir savaşı başlatmadı, ancak düşmanları tarafından savaşa zorlandı. Savaşta asıl maksadı saldırıyı önlemek, zulmü ortadan kaldırmak ve yeryüzünde barışı ikame etmekti. Kur’ân bu prensibi şu ayetlerle açıklar: “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.” (Enfâl, 8/61),
“Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı isteyip yanına gelmek isterse, sen ona güvence ver, ta ki Allah’ın kelâmını dinlesin, düşünsün. Sonra şayet Müslümanlığı benimsemezse onu, kendisini güvenlikte hissedeceği yere (vatanına) ulaştır.” (Tevbe, 9/6)
Antlaşmayı ve şartlarını, karşı taraf resmen bozmadıkça Müslümanlar da bozmaz. Antlaşmalara ve paktlara hürmet etmek, İslâm’ın temel bir prensibi olup, müminlerin bunları ihlâl etmelerine müsaade etmez. Bununla birlikle, karşı taraf antlaşmayı bozduğunda müminler artık antlaşmanın şartlarına bağlı olmayıp, serbestçe hareket etme hakkına sahiptirler. Uluslararası ilişkilerde, İslam Devleti mümkün olduğu derecede, gerek barış ve düzenin kurulması, gerekse düşmanlık ve çatışmadan kaçınmak için elinden geleni yapar. Ancak anlaşmazlığı çözecek barışçı vasıtalar tükendiğinde savaşa başvurur.
İslâm’da savaşın asıl hedefi, insanları öldürmek, ganimet kazanmak, yeryüzünü tahrip etmek değil; aksine, zulmü ortadan kaldırmak, gayrimüslimler için hidayete giden yoldaki engelleri kaldırmaktır. Bunun içindir ki İslâm, sömürme, emperyalist tutkular ve sırf devlet toprağını genişletme hevesine yönelik savaş anlayışını kesinlikle reddeder. (Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1993, X/5)
İslâm’da savaşın sebebi, Müslüman olmayanların dine dâhil edilmesi değildir. İslam hukukçularının çoğunluğuna göre savaşın sebebi, düşmanın; İslam’a ve Müslümanların ülkesine karşı saldırıda bulunmasıdır. Savaşın belirgin gerekçesi şudur: “Size savaş açanlarla Allah yolunda siz de savaşın, ancak (sakın) aşırı gitmeyin.” (Bakara, 2/190)
Başka bir ifadeyle savaşın sebebi, Müslüman olmayanların İslam’a zorla girdirilmesi değildir. Çünkü “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 2/256) ayeti bunu zaten yasaklamıştır. Eğer öyle olsaydı, İslam’a girmediği için kadın-erkek, yaşlı-çocuk, din adamı-sivil ayrımı gözetilmeden gayrimüslim olan herkesin öldürülmesi gerekirdi ki, İslâm Tarihi’nde böyle bir hâdise olmamıştır. Müslümanlar istemediği hâlde düşmanla savaş durumu ortaya çıkmış olsa bile, kesin olarak kadınları, çocukları, yaşlıları, özürlüleri, din adamlarını ve hatta savaşta aktif görev almayan sivil erkekleri öldürmemişler, katliam ve soykırım yapmamışlardır.
Netice itibariyle, İslâm’da barış esastır, savaş ise arzu edilmeyen ârızî bir durumdur. İslâm hukukunda savaşların meşrûiyeti ise, yukarıda ifade ettiğimiz sebeplere bağlıdır. Bunun dışında kalan ve emperyalist maksatlara yönelik veya ganimet ve mal hırsıyla veya şahsî duyguların tatmini ve şöhret kaygısıyla yapılan savaşlar meşru olmadığı gibi, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya teşebbüs olarak nitelendirilmiş ve kötülenmiştir.
Şu notu da düşelim: Çeşitli kaynaklar, insanlığın 5 bin yıllık tarihinde savaşsız geçen yılların yalnızca 292 yıl olduğunu kaydediyor. Aynı kaynaklara göre bu savaşlarda 4 milyarın üzerinde insan hayatını kaybetmiştir. Sözgelişi Asya, Avrupa, Afrika ve Okyanusya dâhil dört kıtada birden yapılan İkinci Dünya savaşı 50 milyon insanın ölümüne, 100 milyondan fazla insanın da sakat kalmasına neden olmuştur.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’nün 2001 yılındaki “Global Launch Of the World Report on violence and Health” başlıklı raporunda şiddete ve savaşlara dikkat çekilerek şöyle deniliyor:
“Şiddet bütün dünyanın gündeminde ve rahatsızlık veriyor. Dünyanın her yerinde günde ortalama 4 bin 400 kişi, yılda 1,6 milyon kişi şiddet yüzünden ölüyor. Milyonlarca insan ise bu savaşlardan çeşitli şekillerde zarar görüyor.”
Birleşmiş Milletler İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1 Eylülü “Dünya Barış Günü” olarak ilan etti ve yarım yüzyıldır bu gün dünyada çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Fakat bunca çaba ve kutlamalara rağmen dünya barış yüzü görmemiştir; bu gidişle göreceğe de benzemiyor.
Musab SEYİTHAN