Müesseseler, içinde doğdukları milletlerin ihtiyaçlarının ve duygularının bir sonucudur. Yani her kuruluş, mutlaka bir ihtiyaçtan doğar. Bu nedenle bir müesseseyi tahlil etmek istediğimiz zaman, ihtiyaç kavramını, mutlaka dikkate almak zorundayız. Sosyal bilimler, ihtiyaç kavramını biyoloji ve psikolojiye borçludur. Biyolojide ihtiyaç kavramı, organizmanın varlığını sürdürebilmesi için tatmin edilmesi gereken zaruretler olarak anlaşılır. Psikolojide ihtiyaç kavramı, arzu ve istekler şeklinde ifade edilmektedir. Sosyolojide ise bu kavram, hem sosyolojik hem de psikolojik ihtiyaçları gösterir. Bir müessesenin kuruluşu ve devamı, ihtiyaçların diğer bir ifade ile arzu ve isteklerin sürekliliği ile orantılıdır.
İhtiyaçlar devam ediyorsa, müesseseler de devam ediyor demektir. Bazı müesseseler, sadece psikolojik ihtiyaçlara, bazıları sosyolojik ihtiyaçlara ve bazıları da dinî ihtiyaçlara dayanır. Şunu unutmamak gerekir ki, ihtiyaçlar ve arzular, insanlık tarihi kadar eskidir. Mutlaka her toplum, içinde yaşadığı çağın psikolojik, sosyolojik ve dinî ihtiyaçlarına göre, bir takım faaliyetlerde bulunmuşlardır. Fıtrattan gelen karşılıklı dayanışma, yoksulun korunması, ahlâkî ve dinî duyguların muhafaza edilmesi gayretleri, en olgun şeklini hiç şüphesiz vakıf müesseselerinde bulmuştur. Vakıf müesseseleri, asıl büyük tekâmüle, sosyal hayatta yardımlaşma ve dayanışmaya çok önem veren İslam dininin zuhurundan sonra mazhar olmuştur.
Hicretin ilk asrından günümüze kadar İslam toplumunu iktisadî, kültürel ve dinî hayatında önemli bir yer işgal eden vakıf müesseseleri, bir taraftan insan fıtratında mevcut sevme ve sevilme hissi vererek mutlu olma, unutulmama ve başkalarının sevgisini kazanma duygularının itici gücü sayesinde kurulurken; diğer taraftan da içtimaî yardımlaşma ve dayanışmayı ve Allah rızasını elde etmeyi öngören prensipleriyle İslam dininin, insan fıtratındaki bu yüce duyguları besleyip gelişmesi sayesinde gelişmiş ve yücelmiştir.
İslam dini, iyi bir Müslüman’ın en büyük arzusu ve isteği olarak Allah rızasını hedef gösterir. Yani bir Müslüman’ın ilk ve en büyük arzusu, Allah rızasını kazanmaktır. Çünkü İslam, bütün varlıkların Allah’a borçlu olduğuna, bu dünyada geçici olan varlığının öbür dünyada da devam edeceğine ve orada Allah’ın bütün insanların bu dünyada yaptıklarına ve kazandıklarına göre yargılayacağına inanma esasını getirmiştir. Bu nedenle her Müslüman, daha bu dünyada iken Allah rızasını kazanmak zorundadır. Bu da ancak, Allah’ın emirlerini yerine getirmekle mümkündür. Çünkü bu dünya ahiretin bir tarlasıdır. Allah rızası, bu dünyada yapılan işlerle kazanılır. Nitekim Mehmet Akif, bu konuyu bir şiirinde şöyle dile getirir:
“Nihayet neyse idrak ettiğin şey, ömr-ü fâniden,
Onun bir aynıdır mutlak nasibin ömr-ü sâniden.
Hatadır ahiretten beklemek dünyada hayrı,
Öbür dünya bu dünyadan değil, hem hiç değil ayrı”.[1]
İslam dininin ana kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’de doğrudan doğruya vakıf terimi kullanılmamıştır. Ancak vakfın konusunu teşkil eden sosyal hizmetler, birçok ayetle teşvik edilmiştir. Kur’an’da içtimaî yardımlaşmayı emreden ayetlerin sayısı da bir hayli fazladır. Bu yardımlaşma, başta mecburî devlet vergisi olan zekâtla sağlanmıştır. Zekâtın sarf edileceği yerler ise bizzat Kur’an’da zikredilmiştir. İslam dini, vakıfların göreceği işleri, devlete bir görev olarak vermiş ve bireyleri de devlete yardımcı olmaya teşvik etmiştir. Meselâ sadaka kavramı, bazen zekât anlamında mecburî devlet vergisini karşılamak üzere kullanılırken[2], bazen de fertlere bırakılmış ihtiyarî harcamalar kast edilmiştir.[3] Sadaka ve zekât terimleri dışında, infak[4], it’âm[5] , ihsân[6], Allah’a güzel borç verme[7], yararlı iş [8], malından verme[9] , hayır işleme[10] ve içtimaî yardımlaşmayı ifade eden mâun[11] gibi kavramlarla birey, kendi isteği ile yapacağı harcamalara yönlendirilmiştir.
Vakıf müesseselerin ana konularını teşkil eden iyi niyet, samimiyet ve ihlâs ile ödünç verme demek olan “karz-ı hassen” [12], yoksul, düşkün ve yetimlerin gözetilmesi[13], köle ve esirlerin hürriyetlerine kavuşturulması[14], misafirlerin doyurulup yatırılması ve diğer ihtiyaçlarının giderilmesi[15], ibadet yerleri ile topluma faydalı eserlerin inşa ve tamiri [16], öğrenmeye ve öğretmeye verilen önem [17], sağlığın korunması [18], yurt savunması için düşmana karşı hazırlıklı olma[19] gibi hususlar, Kur’an-ı Kerim’de geniş bir biçimde ele alınıp anlatılmıştır. Vakıfların kendisine gaye olarak seçtiği konular ile Kur’an’ın Müslümanlardan gerçekleştirmesini istediği konular arasında her hangi bir farklılık söz konusu değildir. Bu nedenle Kur’an’ı vakıfların ilk dinî dayanağı olarak da kabul edebiliriz.
Yardım etmek, yardım edilen insanların mutluluğunu görmek ve vererek Allah rızası elde etmek, bir vakıf kurucusu için vazgeçilmez bir tutkudur. Bu arzu içinde olanlar, bunu temin etmenin en iyi ve en kestirme yolu olarak vakıf müesseselerini keşfetmişlerdir. Vakıf, Allah’a yaklaşmak için bir araçtır. Asla amaç değildir. Ebû Talhâ, “Sevdiğiniz şeyleri infâk etmedikçe iyiliğe asla kavuşamazsınız”[20] ayeti nazil olunca Hz. Peygamber’e gelmiş ve Mescid-i Nebevî’nin karşısındaki “Beyraha” adı verilen o meşhur hurma bahçesini Allah rızası için sadaka olarak vereceğini söylemiş, Hz. Peygamber de, bunu uygun bulmuştur. Zira Hz. Peygamber, daima vermeyi teşvik etmiş ve “Yarım hurma ile de olsa, Cehennem’den korunmaya bakın”[21] buyurmuştur.
Kurucusunun zühd ve takvasına şahitlik eden bir cami, bir kervansaray, bir yol veya bir köprü, sahibine böyle bir eseri gerçekleştirdiği için büyük bir mutluluk hissi verir. Kendisine bu imkanı verdiği için Allah’a şükreder. Sayısız kişi, bu iyiliksever kişiye karşı minnet duygularını ve şükranlarını sunar. Bu da o kişiye ayrı bir mutluluk verir ve Ona vermenin engin huzurunu yaşatır. Fuat Köprülü’ye göre “vakıflar”, arzuya bağlı şartlar sayesinde maddî ve manevî, ferdî ve içtimaî, dünyevî ve uhrevî birçok gayeleri hep birden temin eden müesseselerdir. Vakıf sahibi, yaptığı eserle, hem halk arasında iyi bir ad kazanıyor, siyasî ve içtimaî mevkiini sağlamlaştırıyor, hem de uhrevî mükafata liyakat kazanıyor. Bundan başka müessesenin daimi masrafını karşılamak üzere tahsis ettiği servetin muayyen bir kısmını kendisine yahut ailesine veya adamlarına ayırmak suretiyle, kendisine ve çocuklarına her türlü tehlikeden, meselâ müsadereden, parçalanıp satılmaktan, israf edilmekten tamamıyla korunmuş bir sermaye meydana getirmiş oluyordu.
Kısaca vakıf, bazı hedeflerin gerçekleştirilmesi arzusunu tatmin etmiş, müminlerin bazı gayretlerinin tahakkukuna bağlı sıkıntılarını hafifletmiş ve onlara psikolojik bir emniyet kazandırmıştır. Böylece bütün bu arzular, vakıfların gelişme yayılma sebebi olmuştur. Sosyal ihtiyaçlardan bir kısmı, meselâ eğitim ve öğretim hizmetleri, dinî ihtiyaçları gidermeyi hedef alan hizmetler, halk sağlığını, muhtaçlara yardım elini uzatmayı, yolların ve köprülerin yapılması gibi hizmetler, vakıf yoluyla karşılanmıştır. Bütün bunlar, salih amele dahil olan ibadetlerden olduğu için, bunlarla sevap kazanma isteği ve Allah rızası, Müslümanları vakıflar kurmaya ve yaşatmaya sevk etmiştir.[22] Nitekim bu anlayışın yansımaları, dün olduğu gibi bugün de toplum hayatında görülmekte, bu sayede muhtaç insanların ihtiyaçları karşılanmaktadır.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Mehmet Akif, Safahat, İstanbul 1950, s. 315.
[2] Tevbe, 9/58.
[3] Bakara, 2/263, 270.
[4] Bakara, 2/2.
[5] Bakara, 2/184.
[6] Bakara, 2/83.
[7] Bakara, 2/245.
[8] Bakara, 2/277.
[9] Nahl, 16/90.
[10] Bakara, 2/148.
[11] Maun, 107/7.
[12] Hadid, 57/18.
[13] Fecr, 89/18.
[14] Bakara, 2/177.
[15] Rum, 30/38.
[16] Tevbe, 9/18.
[17] Zümer, 39/9.
[18] Yunus, 10/57
[19] Bakara, 2/190.
[20] Al-i İmran, 3/92.
[21] Buhârî, Edeb 34.
[22] Celal Kırca, Kur’an ve Sosyal Hayatımız, Ankara 2018,s.63-67.