Tarih boyunca düşünürler ve bilim adamları, “insan” ı yani kendisini tanıma ve tanımlama gayreti içinde olmuşlardır. Nitekim kimine göre insan, “hayvan-ı nâtık / konuşan canlı”; kimine göre “düşünen canlı”; kimine göre “eşref-i mahluk/yaratılmışların en şereflisi”; kimine göre “ homo ekonomikus/ ekonomik insan”; kimine göre göre de “ yeryüzünde Allah’ın halifesi” dir . Kimi bilim insanına göre insan, bilen, alet yapan ve kullanan; kimine göre isyan eden ve söz verebilen bir varlıktır Dilbilimcilere göre ise insan, “kaynaşan, alışan, uyum sağlayan ya da unutan” bir canlıdır. Kısaca söyleyecek olursak Alexis Carrel’in dediği gibi “ İnsan bu meçhul” dür. Neticede insanoğlu kendini böyle anlıyor ve böyle tanımlıyor.
Bu kadar farklı tanımı yapılan bir varlığı, kısaca bizi bize Allah Teâlâ nasıl tanıtıyor? Allah Teâlâ, Kur’an’da «İnsanı, biz yarattık, nefsinin kendisine fısıldadıklarını da biz biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız»[1] der ve onu mahlukatın pek çoğundan üstün kıldığını[2], bütün varlıkları onun hizmetine verdiğini,[3] vücut azalarını düzgün ve dengeli yarattığını, [4] ona ruhundan üflendiğini,[5] ihtiyaç duyduğu/duyacağı her şeyi kendisine verdiğini [6] ve nihayet yeryüzüne onu halife yaptığını [7] söyler. Kur’an’da yer alan bu bilgiler insanın, olumlu yanına aittir. Bir de olumsuz yanına ait bilgiler vardır ki bu bilgiler, nicelik itibariyle olumlu bilgilerden daha fazladır. Buna göre insan, nankör[8] , cimri[9] , kibirli [10], zayıf [11], kalbi katı [12], aceleci[13], azgın[14] , tartışmacı [15] , riyakar[16] ve kıskanç[17] bir varlıktır. O, Rabbine verdiği ahdi unutur,[18] karşılaştığı her zorluktan şikâyet eder, sızlanır, ümitsizliğe düşer[19] ve kendisine verilen nimetlere karşı nankörlük eder,[20] mala ve servete düşkündür ve hırslıdır[21], sahip olduğu mal-mülk ile övünür [22], dolayısıyla da ahiret hayatını dikkate almaz. Kendisine verilen emaneti/sorumluluğu gereği gibi yerine getirmediği için zalim ve cahildir [23], gerçeği akletmediği için de “eşerr-i mahlûkat” konumuna düşer. Bu nedenle insan, ne melektir, ne de şeytan, sadece insandır. Dolayısıyla atası Adem’e melekler secde etse de, kendisi günah işleme ve şeytanlaşma potansiyeline sahiptir.
Bu gerçek Kur’an’da “Bizim yarattığımız insan ve cinlerin bir çoğu ( yaratılış amaçlarına uygun davranmadıkları için) cehennemliktirler. Bunların akılları var, gerçeği kavramazlar; gözleri var, gerçeği görmezler; kulakları var gerçeği duymazlar. Onlar hayvanlar gibidirler hatta onlardan daha şaşkın, daha aşağıdırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir”[24] ; “Allah katında, yeryüzündeki canlıların en şerlisi, gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir”[25] şeklinde ifade edilir.
Verdiği bu bilgiler ile Allah Teâlâ bize, “sizi ben yarattım, bu nedenle de sizi en iyi ben bilirim” demek ister. Şüphesiz ki bizi yaratan, bizi bizden daha iyi bilir. Bu nedenledir ki Yüce Yaratıcı, insanı, yani beni bana veya bizi bize tanıtma ihtiyacı hissederek bu bilgileri vermiştir. Fakat verilen bu bilgilerin muhtevası, bilim insanları ve düşünürlerin yaptıkları tanıtımlarda olduğu gibi parçacı ve alansal değil, insan bütünlüğünü ifade eden ve hedefleyen bilgilerdir. Nitekim muhteva açısından Kur’an’ı diğer kitaplardan ayıran da onun sahip olduğu bu niteliktir.
“Biz insanı ( beden ve ruh bakımından) en güzel şekilde yarattık. Sonra onu (yaratılış amacına aykırı kötü işleri sebebiyle) aşağıların aşağısına (cehenneme) attık. Ancak iman edip amel-i salih/ iyi ve yararlı işler yapanlar için sonsuz bir mükafat hazırladık”[26] ayeti, adeta verilen bu bilgilerin bir özeti gibidir. Zira bu ayet, insanın fıtratındaki bu düalist yapının varlığına işaret eder. Ahsen, en güzel; takvim ise, eğriyi doğrultmak, kıvama, nizama koymak, değer biçmek ve kıymetlendirmek anlamlarına gelmektedir. Dolayısıyla “ahsen-i takvim” , insanın doğuştan sahip olduğu anatomik, fizyolojik, biyolojik ve psikolojik, kısaca fıtrî yapısı ile ilgilidir. Zira Allah Teâlâ, insanı yaratırken, ona şekil vermiş ve ruhundan üflemiştir. Bu da insanın bedeni ile toprağa, ruhu ile Allah’a ait olduğunu gösterir. Bu nedenle insan, Allah’ın kendisine verdiği fıtrî yetileri, iyilikte, güzellikte, doğrulukta kullandığında iyi insan; kötüye, çirkin şeylere, yanlışa ve haksızlığa yöneldiğinde ise kötü insan olur ve “esfel-i safiline/ aşağıların aşağısına” itilmeyi de hak eder. Böyle bir durumla karşılaşmamak için insanın, iman edip salih amel işlemesi gerekmektedir. Dolayısıyla Kur’an, “iman ve amel-i sâlih” i insanın yegane kurtuluş reçetesi olarak sunar.
Nitekim M. Hamdi Yazır, ayette geçen “ahsen-i takvim”i, insanın “Gerek fizikî ve cismanî bakımdan, gerek ahlak ve maneviyat itibariyle ruhani bakımdan, insan en güzel bir kıvama erebilecek en güzel bir biçimde yaratılmış” olması; “esfel-i safilin”i ise “Maddeten, manen kötülenmiş en sefil bir halde Cehenneme veya Cehennemin en aşağı tabakasına doğru itilmek; temizlik yerine eğrilik, güzellik yerine çirkinlik, terakkî yerine tedennî, sıhhat yerine za’f-ü maraz, gençlik yerine kocalık, sa’y-ü amel yerine atalet, hürriyet yerine esaret, refah yerine darlık, izzet yerine zillet, lezzet yerine elem ile erzeli ömre, ondan hayata mukabil ölüme, çürüyüp kokmaya, ondan kıyamete, Dünyaya mukabil Cehenneme veya Cehennemin en alt tabakasına doğru kakılmak” [27] olarak anlar ve açıklar.
Allah Teâlâ, insandan önce inanmasını, sonra da imanın gereği olan amal-i salih/ iyi işler yapmasını ister ve bunu bekler. Bu nedenledir ki Kur’an’ın pek çok yerinde bu isteğini ve beklentisini sıkça tekrar eder. Bunlardan en fazla dikkat çekeni de Asr suresidir ve bu surenin muhtevası da şöyledir:
“Andolsun asra; akıp giden zamana ki, (Ömür sermayesi tükenen ) insan, gerçekten zarar ve ziyan içindedir. Ancak inanıp iyi ve yararlı işler yapanlar ile birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç, onlar zarar ve ziyan içinde olmayacaklardır.”[28]
İnsana düşen görev, bunun gereğini yerine getirmektir. Ne var ki bu görevi herkes değil, sadece düşünen ve aklını kullanan insan yapıyor.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Kâf 50/16.
[2] İsra, 17/70 .
[3] Casiye, 45/13.
[4] İnfitar, 82/7.
[5] Hicr,15/29; Sad, 38/72.
[6] İbrahim, 14/34.
[7] Bakara, 2/30.
[8] Adiyat 100/8
[9] İsra 17/100.
[10] Lokman 31/18.
[11] Nisa 4/27-28.
[12] Bakara 2/74
[13] İsra 17/11.
[14] Alak,96/6-7
[15] Kehf,18/54
[16] Haşr,59/16.
[17] Felak 113/5
[18] Al-i İmran 3/187.
[19] Hûd 11/9.
[20] Bakara 2/244.
[21] Mearic 70/18-21
[22] Hadid 57/14
[23] Ahzab, 33/72.
[24] A’raf,7/179.
[25] Enfal,8/22
[26] Tin,95/4-6.
[27] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul 1938, 8/5936.
[28] Asr,103/1-3.