Şahit olunan, Kainat ve insan ile ilgili hadiseler, peygamberimizin açıkladığı Kur’ani bir bakış açısıyla okunmadığında, farzların uygulanabilmesi için Resulullah’a Kuran dışı bir vahyin verildiğini işaret eden ayetleri defalarca okudukları halde, aşağıda bahsedeceğimiz kendilerinde oluşmuş, bozuk bir kader inancı ile yine de bu ilahi takdire teslim olunamamaktadır. Reformcu kimselerin, farzlarla ilgili Kur’an dışı vahyin olduğu hususunda ayetlerde yer alan soyut ilahi takdire hakkıyla boyun eğmeyip, teslim olamamalarının sebebi olan somut bir hayatı doğru okuyamamalarıyla ilgili bazı tespitleri dile getirmeye çalışalım…
Zelzele, sel, her çeşit hastalıkla ilgili musibetlerin insanların günahlarıyla ilişkilendirilmesi, Kur’an’da yer alan bazı ayetler üzerinde görüldüğü halde, bu durum reformcuların hoşuna gitmemektedir. Hud suresi 52. Ayette, günahlarından istiğfar (dua) ile yağmurların yağabileceğini bize öğreten bir ayetin tefsirini okudukları halde bu hakikat bile reformcu kalplerin onayından geçememektedir.
Reformcu bu kimseler tarafından, insanların günahlardan dolayı bu dünyada ilahi cezanın olmadığı, ilahi cezanın yalnızca ahirette olacağı savunulmaktadır. İlahi ceza ile helak olan kavimlerin yaşadıkları yerler günümüze kadar ulaşmış olup, buna da şahit oldukları halde, insanlara günahlarının kefarreti olarak ilahi cezanın günlük hayat içerisinde olabileceği kabul görmemektedir. Yağmurun dua ile yağabileceğini kabul edemeyen reformcu, yağmurun çokça yağdırılarak, sel ile musibet veya ilahi ceza verilebileceğini de elbette kabul edememektedir.
Evrendeki kanunların işleyişi, “salt dua ile lütfa dönüşmez” inancı, insanlar günah işlediği halde evrendeki herhangi bir nedensellik, ilahi bir müdahaleyle insanlara ilişmez düşüncesine sebebiyet verdiğinden, Allah korkusunun olduğu bir inancı rafa kaldırıp, hümanist bir Allah inancı oluşturulmuş oldu. Bu tür bir kainat okumasıyla insanın kainattaki nedenselliğe, akıl ve iradesine emanet edildiği zannıyla bir kader anlayışı oluşarak, Kur’an’daki ayetler ve sünnetle ilgili ilahi takdir inancı, akıl ve iradeleriyle uydurdukları pek çok batıl görüşe ve yoruma kurban edildi.
Bir istisna belirtmeden, “insanoğlu her istediğini başarabilir” cümlesi bazı reformcu ve modernist alimler tarafından açık açık söylenmeye başlandı. Bu tür bir anlayış, “ben istersem Kur’an’ı da hakkıyla ilahi muradı asla ıskalamadan anlarım” itikadına neden oldu. Yanında çok sevdiği ve ilmine somut olarak şahid olduğu bir alim olsada, “bu sevdiğim alime bile ihtiyacım olmadan Kur’an’ı ilahi murada göre hakkıyla anlarım” gibi bir itikada sahip birileri, müstağni bir şekilde korkusuzca bu anlayışı uydurdu. Çünkü evrendeki kanunların işleyişi ve hayatın içindeki hadiselerin ilahi takdir ile ona fayda sağlayıp veya zarara uğratabileceği zan diye görüldüğünden, ilahi takdirin imkanlar oluşturarak veya imkanları kısıtlayarak kişinin sorumluluk alanıyla temasa geçebileceği hakikatine, insan iradesi kutsandığından dolayı bir türlü teslim olunamadı.
“Değişebilen adetullah” ile “değişmeyen sünnetullah” kavramının birbirinden ayrıldığı noktalar bilinmediğinden, “Sünnetullah değişmez” inancı, materyalist ve determinist anlayıştan etkilendi ve bozuk bir takdir-i ilahi inancı oluştu. İlahi takdir (bilerek, yaratma) inancı da bu şekilde bozulunca pek çok şey, zorunlu olarak nedenselliğe bağlanmaya başlandı. İlahi takdirin çok bariz görülebildiği ölümün gerçekleşmesi hadisesinde bile ölümün, bazen tedbirsizlik ve şer yüzünden olduğu bahane edilerek, ilahi takdir bağlamından önemli ölçüde koparılmasıyla, büyük ölçüde nedenselliğe bağlanmaya başlandı.
Ölüm meselesinde olduğu gibi insanı ilgilendiren pek çok hadisedeki ilahi takdir, insanın yalnızca akıl, irade ve kainattaki nedenselliğe emanet edildiği zannıyla açıklanmaya başlandı. Bu itikadi gözlük ile vahyin hayattaki karşılığı olan korunmuş yaşayan sünneti teyit eden binlerce hadis-i şerifin bize ulaşmasında rol alan nedenselliğe bizzat şahit olamamasından ötürü bu kişiler, bu konuyla ilgili ilahi takdiri denklem dışına çıkarmaktadır.
Yaşayan sünneti teyit eden hadis-i şeriflerin hak olduğunu, Kur’an’daki ayetler ile ispat edebilseydiniz bile, ilahi takdire teslim olamamış bu müstağni düşünce, “yaşayan sünnet ve bu sünneti teyit eden hadis-i şeriflerin hak olduğunun, vahiyle ispatlanmış olunmasına hiçbir ihtiyacım yok ki, ben Kur’an’ı zaten tek başıma anlıyorum” diyecekti… Çünkü siyeri, dini hükümlerin hayattaki somut karşılığını, Resulullah’a indirilmiş hikmeti, Kur’an’daki ayetler üzerinden ilahi murada göre tek başına çıkarımlar yaparak, eksiksiz bir biçimde öğrenebileceğine inandığını, açıkça dile getirmektedir.
Bu bozuk itikadın asıl sebebini biraz daha anlamaya çalışalım… Tedbir almayan yöneticilerden dolayı hacda ölenler olduğunda, tedbirsizlikte rol alan yöneticilerin, tepkilerden kendilerini korumak için tedbirsizliklerinin hiç etkisi yokmuş gibi, bu şerlerini sadece takdir-i ilahiye (bilinerek yaratılmasına) bağlamalarını haklı olarak eleştirebiliriz. Lakin şerleriyle ilgili iradelerinin hiç etkisi yokmuş gibi takdir-i ilahiyi (bilinerek yaratılmasını) bahane eden bu yöneticileri, şerle ilgili takdir-i ilahinin (bilinerek, yaratmanın) hiç olmadığı zannıyla eleştiren reformcu kimseler, aslında bunu, sünneti reddetmelerine neden olan şu bozuk itikadlarından dolayı yapmaktadır:
Birinin, tedbirsizliği veya kasti niyeti ile bize şer işleyebilmesi, şerrin işleneceği önceden Allah tarafından bilinerek, bizi şerlerden koruyan ilahi koruma nimetinin ızdırari kader ile azaltılması yaratılarak meydana gelir. Izdırari kader ile her daim hiç azalmayan ilahi koruma nimeti olsaydı, biri şer işlemek istediğinde şer işleyemezdi. Allah, şerri işleyenin iradesini özgür bırakmıştır. Şerre razı olmasa da, imtihan sırrı gereği şerrin işleneceğini bilerek yaratmasına ilahi takdir denmektedir. Lakin bu hakikate reformcular razı olmamaktadır. Bu yüzden iradeyle ilgili konularda ilahi takdiri gölgede bırakacak şekilde hayat, seküler ve çok dar bir bakışla okunmaktadır.
Tedbirsiz yöneticilerin, Allah’ın razı olmadığı kendi tercihlerinin sorumluluğunu elbette kendilerinin üstlenmesi gerekir. Lakin birilerinin tedbirsizliği sonrası ölenlerin olmasıyla, ölenlerin yakınlarına bu durumun imtihan olmasına izin verilmiş olması ilahi takdir değil mi? İlahi takdir veya kader sözcüğü, alimlerin çoğuna göre Allah’ın bilerek yaratması demektir. Dolayısıyla hacda ölümlere sebep olan tedbirsiz yöneticilerin bu şerleri ve her yanlış tutumu, Allah tarafından öncesi ve sonrası bilinerek yaratılmıştır.
Tedbirsizlik şerrini işleyecek kimselerle aynı zaman diliminde yaratılmış ve hacca gidebilecek kadar sağlık veya zenginlik verilmiş kimseler olmasaydı ve hac nimeti onlara verilmeseydi, ilahi koruma nimeti sayesinde bu kimselere şer işlenememiş olurdu. Izdırari kaderle gerçekleşen bir ilahi koruma nimeti sayesinde, bu tedbirsizlik şerri ile bu kimseler, zarar görmemiş olacaktı.
Birinin şerri ile de olsa birinin zarar görmesiyle ilgili ilahi takdirin, kavramsal olarak Allah’ın bilerek yaratması olduğu hususunda alimlerin çoğunun ittifak ettiğini iyi bilen reformcu modernist alimler, bunu bildikleri halde bu tür durumları neden takdir-i ilahi saymaz? Birinin şerrinin bir başkasına ilahi imtihan olmasını, “güya takdir-i ilahiymiş” gibi bir alaycı tavırla nasıl eleştirebilir? Özellikle dinin belki de en temel konusu olan Allah’ın bilerek yaratmasıyla ilgili çok ciddi bir itikadi sorunları var. Bilmek ile yaratmanın arası ayrılmaya çalışılmaktadır.
Izdırari kaderle ilgili çok büyük sorunları olduğundan, nimetlerin bize ulaşma öncesinde ızdırari kader ile şartların, imkanların, ortamların oluşturulmasını sağlayan ilahi nimetler denklem dışına atılarak, Allah’ın hayatlarıyla ilgili her nimeti yanlızca tercihleri sonucunda, ölçüyle yarattığına inanılmaktadır. Kaderi sadece, nedensellikteki ölçüye ve insan iradesine indirgeyen bir kader anlayışları var. Nimetin bize ulaşmadan önceki tüm süreci, Yaratıcının ezeli ilmiyle bilerek, yarattığı göz ardı edilmektedir.
Evlilik ve hidayet nimetine ulaşmamız öncesinde, bu nimetlere ulaşabilmemiz için ızdırari kader ile verilen diğer nimetler, “kader yalnızca iradedir” söylemleriyle üstü örtülmektedir.
Nur suresi 10. Ayetin tefsirini çok iyi bildikleri halde birileri, hidayetin Allah’ın rahmetiyle olduğunu Kur’an dışı bir düşünce olarak görebiliyor. Hidayetin kendisine ulaşmasından önceki süreçte, hidayetin ulaşmasını sağlayan, şahit olduğu ızdırari kaderi görmeyip, bu somut rahmeti kabul etmeyerek, teslim olmayan kimseler; farzların uygulanabilmesi için gerekli diğer farzlarla ilgili Resule Kur’an dışı vahyin olduğunu işaret eden, bize rahmet olan soyut ayetlere ve yorumlara nasıl teslim olabilir ki?
Var eden kudretin, bilgisiyle koşulları yönettiği unutulmaktadır. Reformcu modernistlere göre Yaratıcı, insanın sorumluluk alanıyla haşa temasa geçmeyip, insanın sorumluluğuyla ilgili olarak neredeyse sadece insan iradesinin sonuçlarını yaratmaktadır. Her nimetin Allah’tan olduğunu vurgulayan ayetlerin tefsiri okunduğu halde, evlilik ve hidayet nimetinin kendilerine ulaşmasını sağlayan tüm şartları, ayetlerdeki ilahi muradın kendilerine ulaşmasını sağlayan nedensellik nimetini, pek çok çeşit nimeti, iradeleri dışındaki programlama unutularak yalnızca kendi iradeleriyle oluşturabileceklerine inanılmaktadır.
Hayatı doğru okuyamayan bu yamuk bakış açısı yüzünden Kur’an’ı, peygamberi, dini hükümleri yorumlamada büyük bir sapma yaşanmaktadır. Mesela, farzların uygulanabilmesi için gerekli diğer farzların Resule, Kur’an dışı vahiyle öğretildiği çok açık olduğu halde, Kehf suresi 26. Ayetteki “Allah hükmünde kimseyi ortak etmez” vurgusuna rağmen, yeminle ilgili bir ayetten yola çıkıp, 10 kişiyi doyuracak kadar zekat vermek gerektiğini belirterek, zekat farzıyla ilgili farz olan zekat miktarını belirleyebiliyor.
Zekatla ilgili olmayan, yeminle ilgili bir ayetten, farz olan zekat miktarını çıkartabildiğini zannediyor. Çünkü evlilik ve hidayet nimeti gibi pek çok nimetin, ızdırari kader ile bize sunulduğunu zan gören birinin, insanın iradesiyle ilgili sorumluluk alanına, ilahi lütuflar ile temasa geçildiği hususunda bir gaflet hali mevcut… Zaten “irade eşittir kader” diye bir inancı olduğunu ağzıyla itiraf etmektedir. Ayetlerdeki imani ve dini hükümleri bu bozuk itikadla yani ilahi takdire teslim olmayan akıl ve iradeleriyle yorumlamaktadır.
Bir bayanın, güzel olmayan birini beğenmeyip evlenmemesi, bir erkeğin güzel birini beğenip evlenmesi, evlilik nimetinin birine ulaşıp, ulaşmamasında ızdırari kaderin etki ve katkısı olduğunu gösterir. Bu örnekleri çoğaltabiliriz… İrademiz dışındaki kader sayesinde, bize sunulan tercih seçenekleri ile insanın sorumluluğuyla temasa geçildiğine dair bir hakikat olan ilahi takdiri nasıl gölgede bırakılabiliriz? Evlilik gibi pek çok nimetin bize ulaşmasındaki ızdırari kaderin etkisini dışladıklarından, “nimete ulaşmayı biz tercih ederiz, Allah yaratır ve bize vermiş olur” diyerek, tercihimizle gelen nimetin bize ulaşmasından önce oluşturulan imkanlar, ortamlar, şartlarında nimet olduğunu gözleriyle gördükleri halde, bunları algılamayan bir pencereden baktıklarından, elbette Kur’an ayetlerindeki soyut ilahi takdire, murada teslim olunamaz.
Her şeyi akıl ve iradeyle halledebileceğine inanan böyle bir reformcu moderniste, bir savaş ayetinden yola çıkarak, namaz vakitlerinin 2’şer rekat farz olduğunu söyleyen kimseler olduğunu söylediğimizde, sünnetle ilgili bir nüve kalbinde kaldıysa bu anlayışa karşı çıkacaktır. Lakin aynı yöntemle, zekatla hiç alakalı olmayan yemin ayetinden yola çıkarak “10 kişiyi doyuracak kadar zekat verilmelidir” diye belirterek, zekatın asgari farz oranını kendi zannıyla belirleyebiliyor. Halbuki yemin konusuyla, zekat konusu mahiyet açısından birbirinden çok farklı olduğu aklen bilinebileceği halde… Maalesef ilahi takdire boyun bükülmediği takdirde çok büyük bir çelişki içerisine girilmektedir…
Farzların uygulanabilmesi için gerekli diğer farzlarla ilgili Allah Resulüne, Kur’an dışı vahyin takdir edildiğine karşı çıktıklarında, dini hükümlerin uygulanma biçiminin herhangi bir insan iradesiyle kolayca belirlenebileceğine dair algıları, iradeyi kadere eşitleyen itikadlarının desteğiyle sağlamlaşmış oldu. Rububiyetle ilgili ilahi takdir biraz bile olsa denklem dışına itildiğinde, açılan boşluğu insan iradesi dolduracağından, dinin sabiteleriyle ilgili yorumlarda bile insan iradesi paydaş olarak görülmeye başladı.
Gözleriyle gördükleri, nimetlerin veriliş, artış ve azalış süreci, bu süreçte şahit oldukları somutlaşmış ilahi takdir, ilahi murad zan diye karşılandı. Mesela çok sevdikleri, ilmine şahit oldukları, somut bir nimet olarak görmeleri gereken yanı başlarındaki bir alimin bilgisine bile başvurmaya ihtiyaçlarının olmadığını, Kur’an’ı ilahi murada göre akıl ve iradeleriyle anlayabileceklerini söyleyenler, elbette peygamberimizin üzerinde gözleriyle görmedikleri sünnet nimetinin zorunluluğunu kabul etmeyeceklerdir. Böyle bir düşünceye sahip iken, görmedikleri ve ilmine şahid olmadıkları mezhep alimlerinden faydalanılması ise tabii ki hiç kabul edilmez. Çünkü “kader, sadece iradedir” denilerek, müstağnileşme süreci ne yazık ki başlamıştır.
Rastlantısal olmayan ızdırari kaderle, ilmin gerçek sahibi Allah tarafından ilahi lütufla peygamberimiz ve alimler vesilesiyle bize ilim nimeti sunulmuş olması da, nahl suresi 43. Ayetteki “bilenlere sorun” ifadeside, takdire teslim olamamış kalplere henüz girebilmiş değil…
Kur’an’da geçen “Allah ve Resulüne itaat edin” ifadelerindeki “ve” bağlacıyla Kur’an dışı vahye işaret edilmesine rağmen, hayatın içerisinde gün be gün somutlaşmış pek çok ilahi takdiri göremeyen kimselerin, soyut haldeki bu ayetlerin anlamını kavraması onca izaha rağmen beklenemez. Çünkü hayatın içerisinde yaşayıp gördükleri hadiselerdeki somutlaşmış ilahi takdire ikna olmadıkları müddetçe bu gibi ayetlerdeki soyut ilahi takdire boyun eğip, teslim olmalarının mümkün olması çok zordur.
“Ahmet ve Mehmet, buraya gelir misin? ” gibi bir cümle, iki farklı kişiyi kendimize çağırmayı ifade eder. Her dilin kendine has “ve” bağlacı, birbirinden farklı iki varlığı ayırma işlevinde kullanılır. Yaşlı, genç veya çocuk, her seviyede insan bunu bilir. Ama buna rağmen, “Allah’a itaat ve Resule itaat” ifadesindeki, Allah ve Resul vurgusu aynı şeyi ifade eder, yani “Kur’an’a itaat” bahsedilir, denmektedir. Oysa Allah haşa aynı şeyi, fazladan ve gereksiz yere kelam eder mi?
Allah Resulüne, farzların uygulanışını sağlayan farzın içindeki farzlarla ilgili Kur’an dışı vahiy verilmeseydi eğer, Kur’an’da “Allah’a itaat” ifadesinin yanına, türkçedeki “ve” bağlacı gibi ayırıcı olan vav atıf harfiyle birlikte Resule itaat ifadesini Allah koyar mıydı? Allah haşa merhametini askıya alıp, itikadi konuda kafamızı karıştıracak bir ilah olabilir mi? Bu konularla ilgili Kur’an’daki ayetlerin soyut manasını dilediğiniz kadar açıklasanızda şartlanmış kimseler teslim olamamaktadır. Somutu doğru okuyamayan, soyutu doğru okuyabilir mi?
Şuhut alemindeki hadiselerde gözleriyle görüp, doğru okuyamadıkları somutlaşmış ilahi takdire teslim olunması sağlanmadan, sünnetin zorunluluğuyla ilgili soyut ayetleri çok kuvvetli akli delillerle açıklamak dahi şartlanmış kimselere bir fayda vermemektedir. Çünkü, kaderini salt kendi iradesine bağlı kılan böyle bir kimse, akıl ve iradesiyle birlikte kainattaki nedenselliğe emanet edildiğini varsaymaktadır.
Kur’an’da geçtiği üzere, Allah’a ve Resule itaat emri, kitap ve hikmetin indirilmiş olması, Resulün ancak vahye uyduğuyla ilgili ayetlerin tümünü bir araya getirip, Resule Kur’an dışı vahyin olduğunu çok hikmetli anlatsanız da ikna olunamamaktadır. “Sünnetullah değişmez” meselesindeki ilahi takdiri yanlış anlayıp, kainattaki işleyişin ve insan hayatının nedenselliğe emanet edildiğine inanan biri, serbestlik makamında kendisini hissederek, Allah korkusunu hoş karşılamayacak bir hümanist akla sahip olacağından, onun bu inancıyla çelişecek, aslında hakikat olan soyut ayet ve açıklamalara, korkusuz bir cesaretle teslim olamaması doğaldır.
Suat Altınbaşak