Başlıkta geçen iki kavramdan biri olan “Ortadoğu”, her ne kadar tanım ve içerik olarak Avrupa merkezci bir tanım olmakla birlikte, Müslüman toplumlara bir bütün olarak göndermede bulunmaktadır. Tamamen özcü bir biçimde olmamakla birlikte, Ortadoğu toplumlarının bazı karakteristiklerini belirtmek konuyu açımlamak açısından önem taşımaktadır.
Öncelikle Ortadoğu toplumlarında lider bir kült olarak işlev görmektedir. Bu durum özellikle siyasette ve hatta toplumun çok farklı iktidar katmanlarında liderin yegane başat bir aktör olarak görülmesini sonuçlamaktadır. Söz gelimi; bir cemaatin lideri kazandığı özgül anlam ve ağırlığının da ötesinde daha aşkınsal boyutlarıyla öne çıkar. Söyledikleri neredeyse bir buyruk olarak onu takip edenlerce sahiplenilir.
Ortadoğu toplumlarının özellikle modernleşme süreci ile birlikte duygusal algılama ve davranış biçimlerinin daha da yoğunlaştığı görülmektedir. İnsanın rasyonel olduğu kadar duygusal boyutu da vardır. Esasen farklı bilgi elde etme araçlarıyla insan önünde bilgi de çeşitlenir. Bu bağlamda rasyonel, bilimsel, tecrübi bilgi olduğu kadar dini bilgi de vardır. Elbette insan dünyayı rasyonel olduğu kadar duygularıyla da algılar, anlar ve kavramaya çalışır.
Batı dünyası insanın farklı algılama tarzlarını dikkate almakla birlikte nihai olarak işlerini düzenlemek üzere bir rasyonalite geliştirmiştir. Batı rasyonalitesinin elbette kendisine ait bazı nitelikleri de mevcuttur. Siyasette, ekonomide, toplumsal ve gündelik hayatta bu rasyonaliteleri işletmektedir. Batı’da Rönesans’tan itibaren yaşanan gelişmelere baktığımız zaman, iki noktada önemli sorunların ortaya çıktığını görmekteyiz. Birincisi, din ve bilimi algılama ve konumlandırma tarzından mülhem, din ile bilim arasında bir çatışma konsepti oluşmuştur. İkincisi de, aklı metafizik ve aşkın alanı tanımlamak üzere konumlandıracak şekilde kapsamını genişletmiştir ki, bu da dinsel alan üzerinde konuşmaya kendisini yetkili görmesidir.
Tam da bu noktada Ortadoğu toplumları, metafizik ve akıl arasındaki ilişkide bir başka sorun yaratarak aklın işlevini küçültmüşlerdir. Bir başka deyişle, “akıl her şeyi anlayamaz” ifadesini dünyaya doğru da yaymışlardır. Bu yaygınlaştıkça bugün gelinen noktada Müslüman toplumlar gerek tabiat bilimleri gerekse sosyal bilimler alanında söz sahibi olamamışlardır. Maalesef hala aklın bu işlev küçültülmesine yönelik tavır da devam etmektedir.
Fakat esas sorunların başında Müslüman toplumların modernizm karşısında yenilmelerinin bir sonucu olarak her şeye yoğun duygusal refleksler vermeleridir. Üstelik bu duygusal reflekslerin günbegün artıyor olması kanaatimizce kaygı verici görünmektedir. Esasen modernitenin erken zamanlarında bu tür duygusal refleksleri belirli ölçüde anlamak mümkündür. Fakat özellikle 1945’ten sonra moderniteye yönelik eleştirilerin yoğunlaşması (ki önce Batı dünyası tarafından yapılmıştır) karşısında, duygusal reflekslerin önemli oranda azalarak, yerini bilimsel çabalara bırakması gerekiyordu.
Tam da bu süreçte tabii ki Ortadoğu toplumlarının sömürüye uğramasını ve bunun ciddi etkilerini göz ardı ediyor değilim. Hatta postkolonyal sürecin tüm hızıyla devam ettiği de bir gerçektir. Fakat Batı karşısında her bakımdan yenilgi arttıkça duygusallık da artmakta, duygusallık ise insanda kendi özgün dozunu aştıkça refleksif tavırlar üretmektedir.
Dolayısıyla Müslüman toplumlar ciddi bir yolayırdımına gelmişlerdir. Duygusallığı dozunda tutarak düşünsel atılımlar için kendi rasyonelliğini üretmek üzere harekete geçmelidir. Herhangi bir üretim olmadan şartların değişmesi söz konusu olmayacaktır.
Prof. Dr. Mustafa TEKİN