Demokrasi ve özgürlük gibi cafcaflı, göz boyayıcı ve insanın hoşuna giden bir takım kavramlarla ortaya çıkan kapitalizm ya da Neo-liberalizm sistemi, ezilen-ezen düzeninde, geniş insan kitlelerinin buna uyum içinde ve yapıda olmasını istiyor olması, ne kadar tasvip edilip benimsenebilir?
Bir savaşta, şu veya bu nedenle tutsak düşüp te köleliğe mecbur kalan ve köle gibi alınıp satılan insanlar, onurlarından hiçbir şey kaybetmeye bilir ve günün birinde içlerindeki bu ruh açığa çıkabilir. Fakat kendi ruh ve zihnini başkalarına teslim ederek kendi arzusuyla köleleşen bir insan veya toplum, insanlık onurunu artık yitirmiş demektir. Bunun başka bir açıklaması var mıdır
Esaretten doğma kölelikte insan ruhu, büyük bir direniş göstermekte ve böyle bir durumda kendi ideal ve inancını yitirmeden bunu yaşatabilme direncini taşıma ve yaşatabilme gücüne sahiptir her zaman. Fakat zihin ve kültürce köleleşmiş insan, artık direnecek olan gücünü kaybetmiş demektir.
Genelde İslam dünyasında ve özelde Türkiye’de geleneksel olan ne varsa hepsinin bir şekilciliğe ve bir formaliteye dönüşmüş olduğuna tanıklık etmekteyiz. Bundan, kuşkusuz dinî bayramlar ve buna ilişkin ritüeller de payına düşeni almış bulunmaktadır. Bayramların giderek âdet yerini bulsun diye kutlanıyor olmasının ve modernliğin genelde, dini kavramları, içeriğinden koparıp formaliteye döndürmesine bağlı olarak mahalle düzeninin, modern şehir hayatından çekiliyor olmasının da belirleyici bir rolü olduğunu göz ardı etmemek gerekir.
Bugün Müslümanların ruhu ve zihni, kıpırdanmayacak şekilde zincire vurulmuş ve her şeye artık maddi gözle bakmaya çalışan ve bu şekilde değerlendiren bir insan tipi oluşmuştur ne yazık ki…
İslam halkları- buna İslam milletleri de diyebiliriz-, tarihte, varlıklarını, bu din sayesinde kanıtlamış ve günümüzde de yeniden bir hareketlenme olacaksa bu dinle, bu dinin öncülük etmesiyle ancak mümkün olabilecektir. Böyle bir dine sahip olmasına rağmen, İslam âlemi, hayatın birçok alanını boş bırakılmış, boş kalan yerlerin de zamanla yabancı kültür ve medeniyetlerin İslam’ın ruhuna uygun olmayan bazı kriterleri doldurulmuş bulunmaktadır.
İşte bu noktadan yola çıkarak İslami hareket, oluşum ve cemaatler, boş bırakılan yerleri doldurma açısından ciddi bir öneme sahiptirler. Böyle önemli bir misyona sahip olmalarına rağmen, günümüzde İslami hareketler, devletler ve milletler, istenen kıvamı yakalayamamış, hedef kitleleri itibariyle belirli bir darlığa mahkûm olmuş ve Batı dünyasının avı haline gelmişlerdir.
Bu konuda her Müslüman birey, aile, mahalle ya da devlet, kendine bir hisse çıkarmalı ve üzerine düşeni yapmakla görevli olduğu bir bilinçle her açıdan İslam’ın güzel prensiplerini ve ahlak anlayışını, hayatına egemen kılmalıdır.
Kendi ülkesinin ve insanının medeniyetine, dinine, sanatına, ahlakına, kültürüne ve güzel prensiplerine sırtını çevirmiş bilim ve kalem sahipleri, rahat bir hayat sürmek için adeta bir yarış içindedirler. Bazı kesimlerin, iktidarın nimetlerinden yaralanmak için ruhaniyetten uzak bir uğraş içinde olmaları, ideal ve ülküyü bir kenara bırakarak dünyevileşmeleri, neyle açıklanabilir acaba?
Dinî bayram kutlamalarının sekülerleştiği, dolayısıyla bu bayramların ruhaniyetinin ortadan kalktığını görmek için pek uzaklara gitmeğe gerek yoktur aslında. En yakın çevremizde bile bunları görmemiz mümkündür. Hemen her birimizin, bayramlar, “atık eskisi gibi kutlanmamaktadır” şeklindeki serzenişine karşılık, ailelerin bir araya gelmek yerine, onu oluşturan bireylerin ayrı ayrı ve farklı mekanlara tatile gidiyor olmaları, aile büyüklerini ziyaret edip el öpme âdetinin, özellikle genç insanların çoğunca arkaik ve geçmişte kalmış bir ritüel olarak kabul edilmesi gibi adetler gündemdedir artık…
Bütün bunların ve benzeri adetlerin, artık gündelik hayatımıza taşınmış olması ya da eğer taşınmış ise, bunun sadece âdet yerini bulsun diye yapılmış olması ve anlamından koparılmış olması, dolayısıyla da birer formaliteye döndürülmüş olması… Ne oldu da oldukça anlamlı ve güzel olan bayramlar, dinî olmaktan çıkarılıp sekülerleşti? Gelenekler, örf ve âdetler, niçin ve neden, ya bütünüyle göz ardı edilen ya da sadece birer formaliteden ibaret, içeriksiz ve ruhaniyetten uzak, boş bir kalıba dönüştü?
Son elli yılda ülke idaresinde söz sahibi olmuş ve iktidarın maddi nimetlerine ağzına kadar boğulmuş olan hükümetler ve onlara yakın cemaat, tarikat ve oluşumlar, dini, sadece şekli tarafıyla ve insanları aldatmak için kullanmaları konusu üzerinde derin derin düşünmek zorundayız.
Bazı düşünürler ve yazarlar, bir neslin yetişmesi için 25 yılı, temel bir zaman dilimi olarak kabul etmekte ve bu zaman dilimi içinde insanın kendine gelmesini ve ayağa kalkmasını sağlayacak ilahi bir cevheri taşımasından ve işlenmesini söz açmaktadırlar…
Ruhaniyet, ancak insani ilişkilerin yakın ve sıcak ilişkiler olarak başat konumda olduğu köy ve mahalle gibi, İslami toplumları oluşturan mekânlarda gerçekleşebilir. Modernlik, mahalleyi yok ederek apartmanlı mekânları, siteleri ve havuzlu reziadansları, hayata geçirerek buraları, zindandan farksız bir yaşam alanı haline getirmedi mi? Böyle bir uygulamayla, somut insanî ilişkiler, yerini, soyut ve formel ilişkilere bırakmış olmadı mı? Geleneksel olan ne varsa, onu da içeriğinden kopararak şekle ve formaliteye dönüştürmedi mi? Şair, Ziya Osman Saba, Müslümanların bu durumunu, ne kadar güzel ifade ediyor ve şiir kalıplarına döküyor:
“Rabbim, şuracıkta sen bari gözlerimi yum!
Sen, bana en son kalan, ben senin en son kulun;
Bu akşam, artık seni anmayan İstanbul’un
Bomboş bir camiinde uyumak istiyorum.”
Dünyaya dört elle sarılan, İslami yaşantıdan uzaklaşan ve ibadetleri klasik ölçüler içinde yerine getirerek, maddi bir hayat ve lükse boğulmuş Müslüman’ın, pek de iç açıcı olmayan bu durumuna ayna tutan bir şairin, özlemini duyduğu “Her Akşamki Yoluma” isimli sade ve şatafatsız bir yaşantı duası, ne kadar da büyük bir anlam ifade ediyor:
“Sonsuz sessizliğini dinlemek istiyorum.
Bilirim ki taşlığın bir döşek kadar ılık,
Sana az daha yakın yaşamak için artık,
Rabbim, ben yalnız zeytin ve ekmek istiyorum.”
Şakir DİCLEHAN