2002 yılıydı. Diyanet İşleri Başkanlığı’ nın irşat ekibine dâhil olarak hacca gitmiştim. Mekke’de fetva ekibi ile birlikte irşat ekibine, alanı hayli geniş bir büro tahsis edilmişti. İrşat ekibi olarak çoğu zaman görev haricindeki zamanlarımızı burada geçiriyor, dinî ve ilmî sohbetlerde bulunuyorduk. Fetva ekibi de bu büroda görülebilecek bir yere konulan masalarda görevlerine devam ediyordu.
Fetva ekibinde görevli biri vardı ki, onun konuşma üslubu dikkatimi çekmişti. Hacı adaylarının kendine sorduğu sorulara cevap verirken “haccın cinayetleri” ni ve bunlarla ilgili cezaları açıklıyor, hacı adayı hangi cinayeti işlemişse onun cezasını söylüyor, bazen de buna “ dem (kan)” gerekir diyordu. Fetva ekibinin diğer üyeleri ise ihram yasaklarından ve bu yasakları ihlal edenlere verilecek cezalardan söz ederek fetva veriyorlardı. Bir gün o görevliye, “haccın cinayetleri” yerine diğer arkadaşları gibi “haccın yasakları” veya “ihramlı iken işlenen suçlar” demesinin daha uygun olacağını, zira bu kavramın, – belli bir döneme kadar bütün suçlar özellikle ağır suç için kullanılmış olsa da- günümüzde sadece adam öldürme suçu için kullanıldığını, dolayısıyla yanlış çağrışımlara sebep olabileceğini söylemiştim. Fakat o yine de bildiğinden şaşmamış, o üslubu kullanmaya devam etmişti. Bu vesile ile dinî konuların anlatımında, bir dil ve üslup sorunumuzun da bulunduğunu ve bir uzlaşma içinde olmadığımızı görmüştüm.
Bir defasında tavaftan dönerken telefon kulübelerinin bulunduğu yerden geçiyordum. Şivesinden Karadenizli olduğu anlaşılan bir bayan, yüksek sesle konuşuyordu. Konuşmasında: “Peygamberumuzu ziyaret ettuk. Şimdi de Allah’umuzu ziyarete gelduk” diyor; dolayısıyla da Peygamber ve Allah tasavvurunu bu sözüyle muhatabına yansıtmış oluyordu. Mekke’den ayrılırken “Allah ısmarladık Allah’ım” diyen bir hacının Allah tasavvuru da bundan farklı değildi. Bu tasavvurlar bize insanlarımıza Allah Teâlâ’nın zamandan ve mekandan münezzeh olduğunu ve bize şah damarımızdan daha yakın bulunduğunu; Kâbe’nin ne olduğunu ve neyi temsil ettiğini yeterince anlatamadığımızı da gösteriyordu.
O sene hacda Almanya’da görev yapan jeoloji profesörü bir Türk de vardı. Kardeşi bizim üniversitede iktisat profesörüydü. Onu kardeşi vasıtasıyla tanımış, hatta ona yazacağı kitap için din eğitimi ile ilgili bazı dokümanlar vererek yardımda da bulunmuştum. O yıl o da hacdaydı ve ilk görüşmemizde bize şu ilginç anısını anlatmıştı:
“Safa tepesine geldiğimde ilk iş olarak buradaki taşı incelemek istedim. Yaşını tespit etmek amacıyla elimi taşın üzerinde biraz gezdirdim. Tahmini yaşını tespit etmeye çalıştım. Başımı kaldırıp da geriye baktığımda arkamda onlarca kişinin sıraya girdiğini ve benden sonra benim taşı ellediğim gibi ellemeye başladıklarını gördüm.”
Anlatılanlara hayret etmiş ve bu davranışı yorumlamaya çalışmıştık. Ben bu davranışın, bilgi eksikliğinden kaynaklandığı söylemiş, işin aslı bilinseydi böyle yapılmazdı. Zira Kur’an bizden “bilmediğimiz şeylerin ardına düşmememizi” istiyor, bu nedenle de bildiğimiz şeyleri yapmamız, bilmediğimiz şeyleri öğreninceye kadar yapmamamız, gerekiyor demiştim.
Arafat’ta dinî görevlerimizi îfâ ettikten sonra konuşmalara geçilmiş, benden de bir konuşma yapmam istenmişti, ben de orada şu konuşmayı yapmıştım:
Muhterem Müslümanlar,
Müslüman kimliğimizin temellerinden birini oluşturan ibadetler içinde önemli bir yeri olan hac ibadetini îfâ etmenin hazzı ve huzurunu yaşadığımız şu günde, Yüce Allah’a hamd ederek sözlerime başlamak istiyorum.
Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde bütün ibadetlerin temel amacını, “takva” olarak açıklar. Bu nedenle “takva”, oruç, kurban, namaz ve hac başta olmak üzere bütün ibadetlerdeki ortak amaçtır. Dolayısıyla takva , şekle ve sayıya bağlı bir davranış biçimi değil, tam aksine sevgi, saygı ve sorumluluk bilincine dayalı korunma ve sakınma tavrı demektir. Bu tanımlamada yer alan sevgi, saygı ve sorumluluk bilinci, aynı zamanda insanlar arası ilişkilerde temel kurallar arasında da yer alır. Bu nedenle hayatımızın her alanında, özellikle de hac ibadeti sırasında sevgi, saygı ve sorumluluk bilincine dayalı hoşgörü, bağışlama, affetme, aldırmama, sabretme vs. gibi olumlu davranışlar, İslam tarafından teşvik edilmiş; insanlara eziyet verme, incitme, gönül kırma, azarlama, münakaşa etme, çevreyi kirletme vs. gibi olumsuz davranışlar ise kınanmış ve yasaklanmıştır.
Müslüman olmak da Müslüman kimliğimizin gerekli kıldığı kişilik özelliklerine sahip olmak da irademize bağlı bir iştir. Ancak Müslüman kimliğimizle Müslüman kişiliğimiz arasında önemli bir fark mevcuttur. O fark da, kimliğin değil de kişiliğin insanı suç işlemekten daha çok alıkoymasıdır. Zira insansı suç işlemekten alıkoyan kimlikten ziyade kişiliktir. Kim ve ne sorusu kimliğimizi, nasıl sorusu da kişiliğimizi tanımlar. Dolayısıyla Müslüman kavramı, dinî kimliğimizi tanımlarken, “nasıl bir Müslüman?” sorusuna verilen cevaplar da kişiliğimizi tanımlar.
O halde kendimize soralım: Nasıl bir Müslüman kişiliğine sahip olmalıyız?
“Allah ile , kendimiz ile, ailemiz ile, içinde yaşadığı toplum ile ve insanlarla barışık olan.”
“Ne incinen ne inciten.” İyilik yapan ve iyilikte yarışan.
İşinin adamı olan, yaptığı işi doğru yapan, doğru işi doğru biçimde yapan, kısaca iş ahlakına sahip olan.
Okuyan, öğrenen, okuduklarını sorgulayan ve senteze gidebilen.
Düşünen, aklını kullanan, kurnazlık yapmayan ve üretebilen.
Duygularını, helal, temiz, doğru, güzel ve dengeli bir biçimde yaşayabilen.
Duyarlı olan, ama duygusal olmayan, sorumluluk bilincine sahip olan.
“Ben” yerine “biz”i davranışlarının merkezine koyabilen.
“Karanlığa küfretmek yerine bir mum yakan”, fakat yaktığı ilk mumun kendi karanlığını aydınlatacak bir mum olmasına özen gösteren.
Cehalete, tembelliğe, tefrikaya ve ümitsizliğe karşı gönül kapılarını kapatabilen.
Bütün ibadetlerini bilinçli yapan ve yaptığı her işi de ibadet bilinci ile yapabilen.
Empati yapan, yani kendisi için istediğini, karşısındaki kişi için de isteyen ve kendini karşısındakinin yerine koyabilen.
“Ailem, kurumum, milletim bana ne verdi demeden önce; ben aileme, kurumuma ve milletime ne verdim” diyebilen bir Müslüman.
Bunlar, Müslüman kişiliğinde bulunması gereken özelliklerden bazılarıdır. Bunların haricinde her Müslümanın kendine özgü bazı kişilik özellikleri de mevcuttur. Şayet bu kişilik özellikleri, toplumu teşkil eden Müslüman bireylerde mevcut değilse, o toplumda bir sorun var demektir. Ne demek istediğimi şu örnekle açıklamak istiyorum.
Batı’nın gelişmişliğini, İslam aleminin geriliğini dine bağlayanlar var. Oysa İslam âlemini geri bırakan İslam Din’ i değil, Müslüman kimliğimizin gerektirdiği kişilik özelliklerine sahip olamayışımız veya yeterince sahip olamayışımızdır. Nitekim çalışmadan zengin, okumadan bilgin, bilgi sahibi olmadan mütefekkir ve ibadet etmeden âbit olma arzusu, İslam’ın değil, Müslümanların bir kusurudur. Bu da bir kimlik sorunu değil, kişilik sorunudur.
Bu nedenle ve öncelikle bir nefis muhasebesi yapıp olumsuz kişilik özelliklerimizi düzeltmek için bir zihniyet değişikliğine gitmemiz gerekiyor: Bu değişikliği yapmadıkça medeni dünya ile rekabet edecek bir seviyeye ve kaliteye ulaşabilmemiz çok zor görünüyor. Zira değişimin birinci kuralı, insanın kendini değiştirmesidir. Nitekim Yüce Allah:
“Bir toplum kendi olumsuz yönlerini, olumlu yönde değiştirmedikçe Allah o toplumu değiştirmez” buyurmaktadır. Kalkınmanın ve ilerlemenin temel kuralı ise çalışmadır. “İnsan için çalışmaktan başka yol yoktur “ ayeti, bu hususu açıklamaktadır. Öyleyse zihniyetimizi, kalıp yargılarımızı ve ön yargılarımızı sorgulamalı, birey ve toplum olarak artılarımızı ve eksilerimizi tespit etmeliyiz. Böylece hastalığımızı doğru teşhis eder, tedavisini daha kolay yapabiliriz.
Kısaca hacda kazandığımız takvayı, yani sevgi, saygı ve sorumluluk bilinci ile korunma tavrımızı, hac sonrasındaki hayatımızda da sürdürmeliyiz. İslam kimliğimizin arkasına sığınarak, olumsuz kişilik özelliklerimizin ve kusurlarımızın savunmasını yapmamalıyız. “Yaratılanı hoş gör Yaratandan ötürü” anlayışını hayat felsefemiz yapmalı, şu fani dünyada bir iz bırakmaya çalışmalı, kalan sayılı ömrümüzü, hayırla yâd edilecek şekilde yaşamalıyız.
Sonuç olarak yaşadığımız sürece, şu 6 S formülünü asla unutmamalıyız: Sevgi, saygı, sorumluluk, sabır, sadakat ve sebat. Allaha emanet olunuz, haccınız mebrur, ibadetleriniz makbul olsun.
Not: Bayramınızı tebrik eder, Allah’tan sağlık ve afiyetler dilerim.
Prof. Dr. Celal Kırca