Toplum içinde yaşamak zorunda olan insanın, sosyal, kültürel, siyasî, iktisadî, dinî vs. gibi bir çok alanda genel geçer anlayışlarla belli bir oranda uyum içinde olduğu, fakat kendine özgü bir hayat tarzının da bulunduğu görülüyor. Bu hayat tarzı, kimi insan için ölçülü ve dengeli, kimi insan için de ölçüsüz ve dengesizdir. Kimi insan yaşadıklarını samimî ve içten, kimi de özde değil, sözde yaşar; olduğu gibi değil, başkalarının olmasını istediği gibi davranır ve olduğundan farklı görünür. Doğan Cüceloğlu buna ‘Mış Gibi’ Yaşamlar diyor.
“Mış gibi olmak”, hayatın her alanında oluyor. Mesela kimi yemez ama yemiş gibi yapar; kimi bilmez ama biliyormuş gibi davranır; kimi inanmaz ama inanmış gibi görünür; kimi samimi değildir ama samimiymiş gibi bir davranış sergiler. Bunun adı “mış gibi olmak” tır. “Mış gibi olmak, kişinin gösterdiği ile iç dünyası arasındaki farklılık durumudur. Zira insanlar içlerinden geçen duygu ve düşünceleri paylaşamadıkları zaman ‘mış gibi’ davranmaya başlarlar. Bu, aslında yaşıyormuş gibi görünüp de yaşamayanların hayatıdır ve bunun sebebi de korkudur”.[1] Fakat “mış gibi” olan her davranışın temelinde sadece korku yoktur, başka sebepler de olabilmektedir Mesela “Sanki Yedim Camii” için anlatılan hikaye buna bir örnektir. Canı bir şey yemek isteyip de yemeyen, dolayısıyla yemediği şeyin parasını biriktiren ve biriktirdiği bu para ile adına bir cami yaptırılan insanın hikayesi, korkuya dayalı değildir.
Mış gibi olma tavrının, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışınız” sözüyle bir ilişkisinin olup olmadığı bilinmese de,[2] bu söze yansıtılmış olması da ihtimal dahilindedir. Zira hadis diye de nakledilen ve halk arasında yaygın olarak kullanılan bu sözün aslı, “Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol ” [3] şeklindedir ve hadis otoriterlerince de hadis olmadığı ifade edilmektedir.
Bu söz, aynı zamanda anlamı itibariyle Kur’an’ın genel muhtevasıyla da örtüşmemektedir. Zira Kur’an’a göre “dünya”, insan için hayatın başlangıcı, “ahiret” ise o hayatın sonudur. Dünya hayatında yapılan bütün işlerin, doğru olanları ve olmayanları; helal olanları ve olmayanları; güzel olanları ve güzel olmayanları, kısaca amel-i salih olanları ve amel-i salih olmayanları vardır. Dolayısıyla bu dünyada iyi olsun, kötü olsun; doğru olsun yanlış olsun, insanın yaptığı her iş ve her davranış, aynı zamanda ahirete de götürülecek işlerdir. Zira ahirette her insan, dünyada iken inanıp inanmadığından, küçük veya büyük, iyi veya kötü, doğru veya yanlış, güzel veya çirkin yaptığı her işten, kısaca “iyi bir kul” olup olmadığından hesaba çekilecektir
Kulluk, genel anlamda insanın Allah için, O’nun buyrukları doğrultusunda iş yapması ve eylemlerde bulunması demektir. Nitekim Allah Teâlâ, kimlerin daha güzel işler yapacağını denemek için hayatı ve ölümü yarattığını açıklar. [4] Bu nedenle iman ve ibadet, kulluğun sadece bir boyutudur, diğer boyutları ise insanlık ve halifeliktir. İnanmak, namaz kılmak oruç tutmak, hacca gitmek ve zekât vermek ne kadar kulluğun bir gereği ise; haramlardan uzak durmak, adil ve merhametli olmak, paylaşmak, doğru-dürüst olmak, üretimde bulunmak, işini iyi yapmak, çevreyi korumak kısaca bütün insanî değerlere ve çevre ahlakına sahip olmak da o kadar kulluğun bir gereğidir.
İbadet, Allah’a; ahlak, insanlara ve sosyal çevremize; halifelik ise yeryüzüne ve evrene karşı olan ahlaki sorumluluklarımızı ifade eder. İnsanın görevi de bu sorumluluğu birini ötekinin aleyhine bozmadan, ifrat ve tefrite kaçmadan hakkıyla yerine getirmektir. Bu nedenle Cennete ve Cehenneme giden yol, bu dünyadan geçmekte, dolayısıyla insan bu dünyada yaptıklarıyla Cenneti ya da Cehennemi hak etmektedir. Zira ahirette kimin dünya hayatında iken iman ettiği, kimin de iman etmediği; kimin aslında iman etmediği halde iman etmiş gibi göründüğü; kimin samimi ve ihlaslı olduğu; kimin samimi ve ihlaslı olmadığı halde samimi ve ihlaslı imiş gibi bir görünüm sergilediği ayan beyan ortaya çıkacaktır.
Bu nedenle Kur’an’da “tenzile iman” konusunda insanlar, mü’min, kâfir, münafık ve müşrik tanımlarıyla bir sınıflandırılmaya tabi tutulmakta; ayrıca Müslüman olan, fakat mü’min olmayan insanlardan[5], fâsık ve fâcirlerden de söz edilmekte; dolayısıyla dinî terminolojide “tenzil”e inanmayanlara “kafir”, inanlara “mü’min”, inanmadığı halde inanmış gibi bir görüntü verenlere “münafık”; samimi ve ihlaslı olmadığı halde, samimi ve ihlaslı imiş gibi bir görüntü verenlere de “müraî” denilmektedir.
Münafık, kök anlamı itibariyle “tarla faresinin bir tehlike anında kaçmasını sağlamak üzere yuvası için hazırladığı birden fazla çıkış noktasının birinden girip diğerinden çıkması” [6] demektir. Kur’an, bu somut olayla ilgili anlamı, soyut alana taşıyarak “ tenzile” inanmayan, fakat inanmış gibi yapan veya öyle görünen kimseleri tanımlamak için kullanmış ve terimleştirmiştir. Onun bu tanımlamasında iki farklı münafık tipinden de söz edildiği görülür. Bunlardan birincisi münafıklığında samimi olanlar[7]; ikincisi ise şüphe içinde bocalayan[8], imandan çok küfre yakın olan[9] çift kişilikli insanlardır.
Şu ayetler, bu münafıkların psikolojini yansıtır:
“İnsanlardan kimi de var ki, Allah’a ve ahiret gününe inandık derler, oysa inanmamışlardır. Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki yalnız kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. Onların kalplerinde hastalık (şüphe hastalığı) vardır. Allah da hastalıklarım artırmıştır. Yalan söylemelerinden ötürü onlara acı bir azap vardır. Onlara yeryüzünde bozgunculuk yapmayın dendiğinde, biz sadece düzelticileriz derler. İyi bilin ki onlar ortalığı bozanlardır. Fakat anlamazlar. Onlara insanların inandıkları gibi, siz de inanın dense yani beyinsizlerin inandıkları gibi mi inanalım, derler. İyi bilin ki. asıl beyinsizler kendileridir fakat bilmezler. İnanmış olanlara rastladıkları zaman inandık derler, fakat şeytanlarıyla yalnız kaldıkları zaman “biz sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay ediyoruz” derler. ‘Allah da kendileriyle alay eder ve onları bırakır. Taşkınlıklar içinde bocalayıp dururlar. İşte onlar o kimselerdir ki hidayet karşılığı sapıklığı satın aldılar da ticaretleri kâr, etmedi. Doğru yolu da bulamadılar.” [10]
Kur’an’da ayrıca münafıklarla ilgili müstakil bir sure ve daha pek çok ayet mevcuttur. Hz. Peygamber ise münafıklığın alametlerini, yalancılık, sözünde durmamak, emanete hıyanet etmek, anlaşmazlık durumlarında aşırılığa kaçmak olarak açılmamış[11] ve “Böyle bir kimse oruç tutup namaz kılsa ve Müslüman olduğunu zannetse de durumu değişmez” [12] demiştir.
Münafıklıktan sonra dinî hayatta ‘mış gibi ‘ yaşanan diğer bir olgu da riyadır. Riya, Allah için yapılması gereken amel ve ibadeti insanlara gösteriş olsun diye yapma eyleminin adıdır. Bir diğer ifade ile riya, dünyevî çıkarlar elde etmek için dindar gibi görünmek ve “Allah’tan başkasının hoşnutluğunu kazanma düşüncesiyle amelde ihlâsı terk etmek”[13] tir. Nitekim Kur’an’da riya ile ilgili olarak ibadet niyeti olmaksızın sadece gösteriş için sadaka verme ve namaz kılma; gösteriş ve şöhret için savaşa katılma davranışlarının zikredildiği ve kınandığı görülmektedir.[14]
Hz. Peygamber ise “Ümmetim için gizli şirk ve şehvetten kaygı duyuyorum” demiş, “Sizden sonra da hâlâ şirk olacak mı?” sorusuna, “Evet, fakat güneşe, aya, taşa ve puta tapmak şeklinde olmayacak, insanlar ibadetlerini riya için yapacaklar” cevabını vermiştir. [15] Diğer bir hadisinde ise Hz. Peygamber, riyayı “küçük şirk” olarak tanımlamış; Allah’ın kıyamet gününde insanlara amellerinin karşılığını verirken gösteriş için ibadet ve hayır yapanlara, “Ey riyakârlar! Dünyada amellerinizi gösteriş olsun diye kimin için yaptıysanız gidin onu arayın, bakalım bulabilecek misiniz?” şeklinde hitap edeceğini ve onları huzurundan kovacağını bildirmiştir.[16]
Allah’ın dünyada kendilerine nimetler verdiği kimselere uhrevî hesap sırasında bu nimetlere karşılık ne gibi ameller işlediklerinin sorulacağı, bunlardan bazılarının şehid oluncaya kadar O’nun uğrunda savaştıklarını; bazılarının O’nun rızası için ilim öğrendiklerini ve Kur’an okuduklarını; bazılarının da O’nun rızası için cömertçe hayırlar yaptıklarını söyleyecekleri, ancak bu amelleri gerçekte gösteriş için yaptıklarının kendilerine bildirileceği ve sonunda hak ettikleri cezaya çarptırılacakları belirtilmektedir.[17] Bir diğer hadiste ise ibadet ve hayırlarıyla şöhret peşinde olanların gizli kötülüklerinin Allah tarafından teşhir edileceği, riya ile amel edenlerin riyakârlığının açığa vurulacağı ifade edilmektedir. [18]
Bu bilgileri dikkate alan ve hayatlarına yansıtanlar, duygularının etkisinde kalmayarak aklını kullanan, düşünen; düşüncelerini ve yaptıklarını tek tek sorgulayan; imanında ve davranışlarında samimi olan; ahirette hesaba çekilmeden önce bu dünyada kendini hesaba çeken insanlardır. Bunu yapmayalar /yapamayanlar ise duygularının da etkisiyle aklını kullanmayanlar ve mış gibi yaşayanlardır.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Doğan Cüceloğlu Resmi Wep Sitesi, Mış Gibi Bir Sevgi, 29/04/2006.
[2] A. Mevhibe Coşar , Türkçe’de “Mış gibi Yapmak” , Uluslar Arası Türkçe Edebiyat Kültür Dergisi, Sayı 5/3,2016, 1218.
[3] Suyutî, Câmiu’s-Sagîr, Hadis No:1201.
[4]Mülk,67/2
[5] Hucaurat,49/
[6] Ragıb İsfehânî, nfk maddesi
[7] Bakara 2/8.
[8] Nisâ 4/137, 143.
[9] Âl-i İmrân 3/167.
[10] Bakara: 8- 16
[11] Buhârî, İmân,24.
[12] Müslim, İmân,109-110.
[13] Cürcanî, Tarifat, riyâ maddesi.
[14] Bakara 2/264; Nisâ 4/38; Enfâl 8/47), Nisâ 4/142; Mâûn 107/6.
[15] Müsned, 4/ 124.
[16] Müsned, 5/ 428, 429.
[17] Müslim, “İmâre”, 152
[18] Buhârî, Riḳâḳ, 36 .( Bu yazıda Mustafa Çağrıcı, Riya, TDVİA, İstanbul 2008, 35/137-138’den yararlanılmıştır. )