islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4868
EURO
36,2376
ALTIN
2.961,79
BIST
9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
19°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
8°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

Geç Kalmış Bir “medeniyet” Bahsi

Geç Kalmış Bir “medeniyet” Bahsi
26 Temmuz 2022 13:16
A+
A-

Yazar Ümit Aktaş’ın Kaleme aldığı “Geç kalmış bir “medeniyet” bahsi” yazısını siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz…

Medeniyet bahsi, yüz elli yıl kadar önce, Batılılaşma ve/veya modernleşme seçeneklerinin açmazında ilk kez tartışmaya açıldığında, kast edilen tam olarak neydi, mevzunun özü tam olarak anlaşılmış mıydı?.. Meçhul!

Sömürgeciliğin cihad ile karşılanması ve bu bilinç doğrultusunda bir direncin ortaya çıkması, her iki tarafça da şaşırtıcıydı.

Birer birer Batı’ya teslim olan kültürler yerine, direnen ve teslim olmayan bir halkın oyunbozanlığıydı belki şaşkınlıkla karşılanan.

Geleceğe bırakılan ise sömürgenin bağımsızlığı, sömürenin ise yerel temsilcilere bıraktığı birer acente kabilinden yönetimlerdi ve başka bir minvalde de olsa hesaplaşma sürmekteydi.

Modernleşme ve hatta Batılılaşma ise önceleri medeniyet (civilization) ve daha sonra ise uygarlıktı.

Kemalist cumhuriyet Jakobence bir tavırla bu bahsi kapattığını düşündüyse de, henüz sonuçlanmamış olacak ki 60’lı yıllarda, “ulusalcı sol/sosyalizm mi, İslamcılık/milliyetçilik mi” soruları etrafında, ataların ocağından (ç)alınan alevlerle bir kere daha harlanacaktı bu bahis.

Yine de sonuçlandırılamamıştı mevzu. Hatta İslamcılar bile kendi aralarında anlaşamamış olacaklar ki 70’li yıllarda bir bahis daha açıldı.

Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’un medeniyetçiliğine karşı, İsmet Özel, Şeriati’yi destekler bir biçimde, medeniyeti “yetimin hakkının gaspı” olarak tanımlar.

Şeriati içinse “medeniyet”in en trajik timsali, onları inşa eden kölelerin cesetleri üzerinde yükselen görkemli Mısır piramitleridir.

Dolayısıyla bu piramitler firavunların anıt-mezarları olmaktan çok kölelerin kahır dolu hayatlarının sessizleştirilmiş ağıtlarıdır.

Duyulmayan bu sessizlikler, tarihsici bir yazgının görmezlikten geldiği kurbanların sessizliğidir.

İbrahim’in bıçağını kırdığı bir kertede kırılan çoğu kez insanlık onuru olacaktır. Ve üstelik tarihin tam da bu kırılan onurların, kölelerin boyun eğişlerinin ve proletaryanın teslimiyetinin sonucunda ilerlediği varsayılacaktır.

Bu tarihsici öyküler ise, geride kalanların ağıtlarının gökyüzünde kaybolan çığlıkları değil, egemenlerin izleklerini takip edenlerin kayda geçen anlatılarıdır.

Sözgelimi Ali Şeriati kadar Sedat Yenigün de suskunlaştırılmış ve onlar adına tam da karşısında durmaya çalıştıkları konuşmaktadır.

Milli Görüş’ün ardılları ise Âkif’in “alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını” çizgisindedir hâlâ. Ama onun Abdülhamid ve İttihatçılık üzerinden yürüttüğü eleştiriler duyulmamaktadır bir türlü.

Ve hatta bu çizginin süreğindeki AK Parti, kapıları büsbütün açar kapitalizme. Bacadan kovulanı kapıdan içeri almaktır bu.

Kapitalizmin en hoyrat gereçlerini sorgulamaksızın sahiplenen memleketin heveskâr talipleri ise, hâlâ Kürtçenin meşruiyetini, dinin siyasallığını, Kemalizm’in faziletlerini tartışadurmakta.

Günümüzdeki sükûnet ise, bir açıdan iktidarların gölgesinde kalan bir bahsi kapatan, arzuları bir başka bahse, ihtiraslara ve aldanışlara yatıran derin ve de hazin bir suskunlukla; bunun da ötesinde ise tartışmaların ardında yatan niyetin sahici bir tutum arayışından ziyade bir ayakta kalma çabasına dayanmasıyla ilgili olsa gerek.

Yarım yamalak bir modernleşme, daha farklı olmayan bir İslamlaşma ve onları aratmayan bir Batılılaşma…

Bir ilaç gibi addedilen bu yönelimlerden birer nebze alınarak, tahlilleri derinleştirmeksizin tedaviyi de yüzeyselleştirmenin kolaycılığı, bahsin de sonudur belki.

Cemil Meriç de dokunmadan edemez bu adeta laf olsun diye sürdürülen bahse: Çünkü “biz hiçbir şeyi canı gönülden yapmıyoruz. Onun için davranışlarımızda ciddiyet ve samimiyet yok” diyerek.

DAHA FAZLA OKU

Sözleri yarım kalan bir kuşak üzerinden tarihi ve günümüzü sorgulamak

Babil ya da kapitalizm

“İnsan kıtlığı” ya da israfı
Meseleyi çok da genişletmeksizin, Malik bin Nebi ile Seyyid Kutub arasındaki bu konuyla ilgili tartışmaya ve Raşid Gannuşi’nin Malik bin Nebi değerlendirmesi üzerinden açtığı bahse yeniden dokunmak, geç kalmış da olsa, bu bahsi harlandıran İslamcılığın bile tartışmaya açıldığı bir vasatta, bir zaruret olsa gerek.
Malik bin Nebi’nin en önemli tezi, bir türlü tam anlamıyla aşılamayan “sömürgeleşme durumu”yla ilgilidir.

Onun bu yüzeysel dokunuşlarla geçiştirilmiş düşüncesi, İslam dünyasının acilen medenileşme ihtiyacı içerisinde olduğuna ve şayet bu duruma düşülmeseydi sömürgeleştirilemeyeceğine dairdir.

Seyyid Kutub içinse temel sorun İslamlaşma sorunudur ve İslamlaşan bir toplum zaten medeni bir toplumdur.

O nedenle Kutub, Malik bin Nebi’nin medenileşmeci yaklaşımına itiraz eder ve bunu Nebi’nin Batı’dan etkilenmişliğine verir.

Malik bin Nebi’nin medenileşmeyi öne alan, ideolojik hassasiyeti geriye çeken yaklaşımı onu Nasır ve Kaddafi gibi diktatörlere danışman olmaktan alıkoymazken, Kutub ise ölümü pahasına da olsa Nasır’a ve onun toplumu ezen ve hatta hiçe sayan devletçi kalkınmacılığına cephe almaktan kaçınmaz.

İhvan’ın elinden kaçırdığı ve “Hür Subaylar”ın gerçekleştirdiği devrimci fırsat ise, bir kuşak sonrasında Ayetullah Humeyni tarafından kaçırılmayacak ve Mısır’da beklenilen İslamî devrim, İran’da gerçekleştirilecektir.

Devrimler böyle şaşırtıcıdır zaten. Yüzeysel hazırlıkların mesnetsiz bekleyişleri yerine, mustazafların iç çekişlerine duyarlıdırlar belki; belki de daha da derinden ilerleyen arayışlara.

Ama bir kez gerçekleştikten sonra ise sözü geçenler artık Şeriati gibiler yerine, reelpolitiğin üstatlarıdır.

Hasan el Benna’nın ölümüyle İhvan, devrimci sürecin gidişatını “Hür Subaylar”ın eline bırakarak sürecin yoldan çıkmasına göz yummuş, süreç ise giderek sol-ulusalcı bir seyre yönelerek Türkiye’deki bazı sol çevreleri bile etkilemiştir.

Ama ister devrimle, isterse Türkiye’de olduğu gibi evrimci bir yolla iktidara gelen kuşaklar, medeniyeti, Kutub’un dikkat çektiği gibi insani ve toplumsal bir arınma ve gelişme yerine, Malik bin Nebi’nin öne aldığı kültürel ve teknolojik bir gelişme ve maddi refah olarak kavrayınca, ortaya da geçmişin telafisinin hesabına yazılan ve özünde ise “medeniliğe” mugayir olan hızlı ve yoz bir kalkınmışlık tablosundan başka bir şey çıkmayacaktır.

Zira kapitalizm ve sosyalizm karşısında üçüncü bir yol arayışı içerisinde olan Malik bin Nebi’nin de aralarında olduğu bu kuşak, meseleyi daha çok her iki dünyaya da karşı konabilecek bir “güç metafiziği” çevresinde teşhis eder.

Malik Bin Nebi hem ayaklarının dibine bakarak teknik kökenli kültüre, hem de düşünce yalnızlığını giderecek ahlak kökenli bir medeniyete sahip çıkar. Avrupa’nın sadece eşyaya odaklanan bakışı ile Doğu’nun sadece metafiziğe odaklanan bakışı dışında doğrunun ve iyinin sentezini yapan bir düşünce ortaya koymaya çalışır. Bu yönüyle Aliya İzzetbegoviç’in ‘Doğu ve Batı Arasında İslâm’ kitabında metaforik anlamını bulan bakışın erken temsilcilerinden biridir. Dolayısıyla Karl Manheim’ın ideoloji ve ütopya karşıtlığını optimal noktada birleştirmeye çalışan bir bakış söz konusudur. 1

Oysa sömürgeciler karşısında onlarca yıl sürdürülen bir savaşın yorgunu kitleleri ayakta tutmak için üretilen bir ideoloji kadar, ütopya da, modernist bir etki ile yeniden okunduğunda, modernliğe karşı savaşımın başka cephelerini açacak olan sorular bırakır ardında.

Aliya içinse ütopya, ateistlerin cennetidir olsa olsa. Dolayısıyla, bu koşullar altında cennetin yeryüzüne indirilmesi iddiasında olan kapitalizme karşı zayıflatılmış bir duyarlılıktan başka bir çare üretilemediği gibi, kendisini bazen düşmana karşı silah, kimi de dostlar için ilaç olarak sunan bu sahte cenneti sipariş etmek için minnetle sıraya girilir.

Müslümanların sömürgeciliğe maruz kalışını, sömürgeye uygunlaşmışlıkla açıklayan Malik bin Nebi ise, “sömürgeci güçlerden kurtarılmış bir üçüncü dünya düşüncesini dile getirerek Afro-Asian ve Bandung konferansı gibi üçüncü dünya kuruluşlarının teorisyenliğini yapmaktan geri durmaz. Müslüman olsun veya olmasın Batı emperyalizmine yönelik Asya, Afrika ve Latin Amerikan devrimcilerinin savunucusu olur. Bundan dolayı onun belli bir yönelim içerisinde olmuş olsa da ‘ideolojilerin hapishanesi’ olarak anılan ve geç modern zamanlarda bütünüyle kötülenen durumdan tümüyle kurtulabildiğini söylemek mümkün değildir. Genel olarak zihnî ve kültürel bunalımın derinden hissedildiği ve bir çıkış yolu arayışının baskın olduğu bu yıllarda bu eklektik bakış açısından çok az düşünürün kurtulabildiğini, bundan dolayı da eklektikliğin çok büyük bir nakısa teşkil etmediği de düşünülebilir.” 2

Aslında o da medeniyetçi söylemin aldatıcılığının farkındadır.

İdeolojik Savaş Ajanları’nda (1997) şöyle der: ‘İslâm uygarlığının ‘parıltılı çağları’nı dile getiren bir ‘övgü edebiyatı’, önceleri çifte bir rol oynadı. Bu övgü edebiyatı kimi zamanlar İslâmi kişiliğini bir ölçüde koruyarak, Batı uygarlığının ezici darbesine karşı gerekli cevabın verilmesine yardım etti. Ne var ki bu edebiyat, o İslâmi kişiliğe, derlenip toparlanıp harekete geçme ruhu verecek yerde, onu geçmişin harikalarıyla mest edip uyuttu ve uyuşturdu. 3

Malik bin Nebi, bu uyuşmanın farkında olsa da, kurtuluş için öngördüğü bir acilliğin, yani teknolojiyi elde etmeyi önceleyen bir medenileşme çabasının İslam toplumlarını nereye götüreceğini öngöremedi.

Zira teknoloji kendi kültürünü de taşıyacaktı ve bu durum da ister istemez ikincil (dolaylı) bir sömürgeleşme haline yol açacaktı.

Belki de bu mahut geleceğin farkındaydı ama mevcut durumdan çıkış için başka bir çare bulamamaktaydı.

Nitekim Türkiye ve İran entelijiyansiyası da, birkaç müstesna isim dışında bu zarureti kabullenmiş durumdaydı.

Malik Bin Nebi’nin öğrencisi olan Raşid bin İsa, “Özgün Duruş” gazetesinde, bu “çaresiz” duruma işaret eder:

Onunla kolonileşme hususunda konuşuyorduk. Müslümanların durumundan bahsediyorduk. Müslümanlar, kim gelirse gelsin teslim olmaya hazırdı, çünkü Müslümanlar zaten kolonileşmek için birilerini bekliyorlardı. 4

Malik bin Nebi’nin “eserlerinin ana temasını oluşturan ve gerçek bir toplumsal değişimin mutlaka hedeflemesi gereken nihai hedef olarak medeniyetin ona göre üç önemli dönemi vardır: Ruhun rehberliğindeki kuruluş dönemi, aklın rehberliğindeki yayılma ve genişleme devresi ve duygunun rehberliğindeki gerileme dönemi. Bu üçlü ayrım onun, İbni Haldun gibi medeniyetin devrevi bir süreç gösterdiği kanaatine sahip olduğunu göstermektedir.” 5

Buradaki medenileşmenin (hadarilik) ana mantığı ise belli bir toplumun bedevilikten hadariliğe doğru değişimi ve bu değişimin döngüsel sürekliliğidir.

Ama günümüzdeki süreç farklı toplumlar arasındaki çatışmalara, sömürgeleşmeye ve sömürge olma durumundan kurtuluşa dair karmaşık bir ilişkiler ve çatışmaların çoklu etkileşimine dayanmakta.

O nedenle salt bu benzetinin biçimselliğinden yola çıkarak günümüz toplumunu izah için İbn Haldun’un yaklaşımı yetersiz kalmaktadır.

Medeniyeti sadece düşünceyi oluşturan dünya görüşü çerçevesinde ele alan Kutub’a göre ise İslam, dolayısıyla Müslümanlar tabiatları gereği medenidirler. Malik Bin Nebi’ye göre ise medeniyet sadece ‘dünya görüşü’ değil, bir dünya görüşünün belli bir zamanda ve belli bir mekânda insanlar eliyle gerçeklik kazanmasıdır. Bundan dolayı medeni olmak veya medeniyet inşa etmek için ayrıca insani bir çaba gerekmektedir.

Öte yandan medeni olma durumunda kalkınma ve teknolojik atılıma yapılan vurgudan dolayı Malik Bin Nebi’nin Nasır’ın Mısır’daki atılımlarına sıcak baktığı buna karşın Nasır’ın İhvan’ı tasfiye etme girişimlerinden dolayı Seyyid Kutub’un bu dönemde yapılan işleri eleştirdiğini de hatırda tutmak gerekir. 6

Bunun da ötesinde Kutub, Kur’an’ı yorumlarken Batı bilimlerinin etkisi altında kalan Muhammed Abduh kadar, İslam düşüncesini Batılı kavramlarla uzlaştırmaya çalışan Muhammed İkbal’i de bu tutumları nedeniyle eleştirir.

Malik bin Nebi ise sömürü durumundan çıkabilmek için meseleye kültürel olduğu kadar maddi kalkınmışlık açısından da bakmakta, ama öncelikle fiili işgal durumundan kurtuluşun çarelerini aramaktadır.

Ne var ki Batılılar sömürgeleri terk etseler de ellerini büsbütün çekmemekte ve sömürge halkına rüştlerini ispatlayacakları bir fırsatı bırakmamaktadırlar.

Seyyid Kutub ise kelimenin tam anlamıyla müminlerden oluşan bir toplumun zaten medeni olduğunu, bunun için ayrıca bir kalkınmışlığa ihtiyaç duymayacağını belirterek, medeniliğin sömürge durumu kadar cahiliye halinden de kurtulmuş, özgürleşmiş bir toplumu tanımladığını belirtir.

Bu durumda her iki düşünürün kastları farklıdır. Ancak Kutub’un meseleye daha çok manevi ve düşünsel açıdan, Malik bin Nebi’nin ise kalkınmışlık ve kültürel açıdan baktığı anlaşılmaktadır ki, bunlar apayrı iki durum olabileceği gibi, İbn Haldun’da da olduğu gibi ardışık durumları da ifade edebilir.

hertaraf.com/ ÜMİT AKBAŞ

ETİKETLER: Manşet