islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4795
EURO
36,4287
ALTIN
2.955,56
BIST
9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
9°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

Kerbelâ Olayı’nın Kısa Tarihçesi

Kerbelâ Olayı’nın Kısa Tarihçesi
5 Ağustos 2022 09:00
A+
A-

Kerbelâ Olayı ile ilgili detaylı bilgi vermek, konumuz dışındadır. Ancak olayın tarihsel sürecine kısaca değinmeden bu konu hakkında değerlendirmede bulunmanın zor olacağı da bir gerçektir. Bu nedenle olayın tarihçesiyle ilgili hatırlatıcı bazı özet bilgiler doğrultusunda konuyu işlemeye çalışacağız.

Kerbelâ’da faciayla sonuçlanan olayla ilgili sürecin başlangıcını, Hz. Ali ile Muaviye arasında yaşanan hilafet tartışmalarına kadar götürmek mümkündür. Bilindiği gibi, Hz. Ali halife olunca, Şam bölgesini kendisine siyasi merkez olarak gören ve Medine yönetiminin meşruiyetini kabul etmeyen Muaviye’nin iyilikle kendisine biat etmesini istedi. Ancak Muaviye’nin kendisine biat etmemesi halinde Müslümanlar arasında siyasi bölünmenin kaçınılmaz olacağını düşünen Hz. Ali, söz konusu bölünme tehlikesini Sıffin’de önlemeyi denedi. Çünkü bir an önce ülkede birliğin ve barışının sağlanması gerekiyordu. Ancak Muaviye Hz. Ali’nin bu konudaki girişimine karşı direnme yolunu seçti. Hz. Ali’nin ısrarla sürdürdüğü barış çabaları sonuçsuz kalınca savaş kaçınılmaz oldu.

Milâdî 657’de gerçekleşen ve pek çok insanın ölümüne neden olan Sıffîn Savaşı sırasında Hz. Ali’nin ordusu Muaviye ve askerlerinin direnişini bastırmak üzereyken Amr b. As iki taraf arasındaki anlaşmazlığın çözülmesi için Kur’an-ı Kerim’in hakemliğine başvurulmasını teklif etti. Bunun üzerine Muaviye’nin ordusundan beş asker Kur’an sayfalarını mızrakların ucuna takarak; “Savaşı sona erdirelim, Allah’ın Kitabı aramızda hakem olsun.” diye bağırdı. Hz. Ali, bu tavrın zaman kazanmaya dönük siyasi bir manevra olduğunu anladıysa da, kan dökülmemesi uğruna anlaşmazlığı hakem yoluyla çözme düşüncesini kabul etmek durumunda kaldı.

Yapılan görüşmelerde Ebu Musa el-Eşarî Hz. Ali’nin, Amr b. As da Muaviye’nin hakemi olarak kabul edildi. Hakemler iki başlı yönetimi sona erdirerek Müslümanların siyasal birliğini ve ülke barışını sağlayacak bir çözüm üreteceklerdi. Toplumun belli kesimleriyle yapılan görüşmeler sonucunda hakemler hem Ali’nin hem de Muaviye’nin hilafet görevinden alınıp yeni halifenin bir kurul tarafından seçilmesini kararlaştırdılar. Hicretin 37. senesi Safer ayında Dumetü’l-Cendel denilen yerde Müslümanlar hakemlerin aldığı kararı öğrenmek üzere toplandılar. Önce söz alan Ali’nin vekili Ebû Musa el-Eş’arî; “Bu yüzüğü parmağımdan çıkardığım gibi Ali’yi halifelikten çıkarıyorum…” dedi. Muaviye’nin vekili Amr b. As’ın da aynı şeyleri söyleyeceği beklenirken o; “Ben de bu yüzüğü parmağıma taktığım gibi Muaviye’yi halifeliğe getiriyorum” dedi. Yani Amr b. As, hile yaparak toplanan gruba “hakemler olarak Muaviye’ye biat etme kararı aldık” demiş oldu. Oysa iki hakemin aralarında konuşarak aldıkları karar böyle değildi.  Ebu Musa el-Eş’arî durumu düzeltmeye çalıştıysa da, Şamlıların tek taraflı olarak Muaviye’ye biat etmeleri önlenemedi. Bu durum üzerine iki grup arasında tartışma çıktı. Ancak Müslümanlar arasında kan dökülmesini istemeyen Hz. Ali, çıkan tartışmayı yatıştırdıktan sonra ordusuyla beraber Medine’ye geri döndü.[1] O tarihten sonra Ali Hicaz bölgesinde, Muaviye de Şam ve civarında halifelik görevini sürdürdü. Böylece hakem olayı, halife seçimi ile ilgili problemi çözmek bir yana, Müslümanlar arasında asırlardır devam eden siyasal, sosyal ve hatta inançsal ayrılığın kökleşmesine zemin hazırlayan bir uygulama olarak tarihe geçti.

Hakem olayının İslâm’la bağdaşmadığını düşünen Hariciler Hz. Ali, Muaviye ve her ikisinin hakemlerini öldürme kararı aldılar. Harici militanı İbn Mülcem alınan karar gereği Hz. Ali’yi öldürüp şehit etti.

Hz. Ali’nin şahadetinden sonra, Hicaz ve Kufe bölgelerinde yaşayan Müslümanlar Hz. Hasan’a biat ettiler. Bu durumu öğrenen Muaviye hemen bir ordu hazırlayarak Hz. Hasan’ın girişimini önlemeye çalıştı. Hz. Hasan da Ubeydullah b. Abbas komutasındaki öncü birlikle Muaviye’nin karargâhına doğru yola çıktı. Ancak askeri gücünün yetersizliğini anlayan ve yapılacak bir barışın Müslümanların yararına olacağını düşünen Hz. Hasan, toplumun hayrına yönelik bazı isteklerin yerine getirilmesini şart koşarak hilafetten vazgeçme kararı aldı.[2] Onun bu kararıyla İslâm dünyasında iki halifeli dönem bitmiş ve Müslümanlar arasında siyasal birliktelik şekilsel de olsa sağlanmış oldu. Ancak sağlanan birlik, geçmişin yaralarını sarma ve insanlar arasındaki kırgınlıkları giderme açısından yeterli olmadığı için ülkenin bütün insanlarını kapsayan manevi bir kucaklaşma da sağlanamadı.[3]

Muaviye yaşlanınca, kendisinden sonra oğlu Yezid’in halifeliği için halktan biat istedi. Müslümanların çoğu, içlerine sinmese de fitneyi önleme adına Muaviye’nin teklifini kabul etti. Ancak Yezid’in halifeliğini kabul etmeyenler de vardı. Bunların başında gelen Hz. Hüseyin, Yezid’in adaletsiz, dini yaşama konusunda ciddiyetsiz, içki ve eğlenceye düşkün biri olduğunu, dolayısıyla onun Müslümanların başına halife olarak getirilmesinin doğru olmadığını söyleyerek Muaviye’nin oğlu için biat talebini reddetti.[4]

Muaviye’nin kendi ölümünden sonra halifelik makamına oğlu Yezid’i düşünmesi ve insanları Yezid’e biat etmeye zorlaması, siyasal tartışmaları daha da alevlendirdi. Özellikle vefatından kısa süre önce Yezid’e vasiyetinde söylediği rivayet edilen şu sözler dikkat çekicidir: “Ey Oğlum! Senin için her türlü imkânı hazırladım. Düşmanlarını zelil kılarak sana boyun eğdirdim. Kurduğum bu düzende, dört kişi hariç, kimsenin seninle mücadele etmesinden korkmuyorum. Seninle mücadele edecek bu kişiler Ali’nin oğlu Hüseyin, Ömer’in oğlu Abdullah, Zübeyir’in oğlu Abdullah ve Ebubekir’in oğlu Abdurrahman’dır.”[5]

Muaviye’nin halkı oğluna biat ettirmeye çalıştığı dönemde Hz. Hüseyin Medine’de siyasetten uzak, sessiz ve sakin bir şekilde yaşıyordu.

Muaviye’nin ölümünden (680) sonra oğlu Yezid hilafet makamına geçince, başta Hz. Hüseyin olmak üzere bütün Müslümanların kendisine biat etmelerini, yani halifeliğinin tanınmasını istiyordu. Yezid, değişik vilayetlerde yaşayan halkın kendisine biatının valiler kanalıyla merkeze iletilmesini istedi. Medine valisi özellikle Hz. Hüseyin’in biatını isteyince O, Müslümanlar arasında bir fitne ve kargaşa çıkmasın diye Mekke’ye gitti. Ancak Yezid’in adamları O’nu orada da rahat bırakmadılar ve Yezid’e biat etmeye zorladılar. Hz. Hüseyin Yezid gibi birinin halifeliğini onaylama ile İslâm davası adına mücadele etme arasında bir tercih yaptı ve mücadele kararı aldı. Mekke, Medine ve Kûfe bölgelerinde halkın büyük çoğunluğunun Yezid’in hilafetine sıcak bakmıyor olması, O’nun Yezid’e karşı mücadele etme kararı almasında önemli rol oynadı. O an için Müslümanların birliğinin Hz. Peygamber’in torunu Hüseyin’in halifeliği etrafında sağlanacağını düşünenlerin sayısı hiç de az değildi. Hz. Hüseyin Mekke ve Medine’de yaşayan pek çok insanın kendisini desteklediğini zaten biliyordu. Kûfeliler de gönderdikleri mektuplarla Hz. Hüseyin’e olan güven ve bağlılıklarını bildiriyorlardı. Konuyu değerlendiren Hz. Hüseyin, durumu yerinde incelemek ve mektup gönderenlerin samimiyetini öğrenmek amacıyla Müslim b. Akil’i Kûfe’ye gönderdi. Başlangıçta ilgiyle karşılanan Müslim, Kûfelilerin Hz. Hüseyin’i desteklediğini bizzat yerinde gördü ve Hz. Hüseyin için onların çoğundan biat aldı. Kûfelilerin ilgi ve güvenini mektupla Hz. Hüseyin’e bildirdi. Ancak Yezid’in görevlendirdiği Vali Ubeydullah b. Ziyad halk üzerinde baskı kurunca, Hz. Hüseyin’e olan destek bir anda yok oldu ve Hz. Hüseyin adına Kûfelilerle görüşen Müslim, valinin adamları tarafından öldürüldü.[6]

Kûfelilerin daha önce mektup yoluyla bildirdikleri güven ve davetin gereğini yerine getirmek isteyen Hz. Hüseyin, Vali’nin zulmünden korkan halkın kendisine olan desteğini geri çektiğinden ve kendi elçisinin öldürüldüğünden habersiz bir şekilde, akrabaları ve sevenleri ile birlikte Kûfe’ye gitmek üzere hazırlık yaptı. Gitmemesi yönünde bazı tavsiyeler yapıldıysa da, Yezid’in saltanatına ve zulmüne karşı koymanın hem dinî hem de insanî bir sorumluluk olduğunu düşünerek Kûfe’ye doğru yola koyuldu (Eylül 680).[7]

Hz. Hüseyin, Kufe halkının Vali’nin tehditlerinden korktuğunu, daha önce mektuplarla bildirilen güven ve desteğin bu korku nedeniyle geri çekildiğini ve elçisi Müslim b. Akil’in Vali’nin emriyle öldürüldüğünü yolculuğu sırasında öğrendi. Yeniden bir durum değerlendirmesi yapan Hz. Hüseyin, yakınlarıyla birlikte yola devam etme kararı aldı. Fırat Nehri kenarında Nineva denilen yere gelindiğinde Hz. Hüseyin ve beraberindekiler sulak bir yerde konaklamak istediler. Ancak Kûfe Valisi’nin adamları buna izin vermeyip Hz. Hüseyin ve yanındakileri yiyecek ve içecek sıkıntısının çekildiği kurak bir yer olan Kerbelâ’da kuşatma altına aldılar.[8] Hz. Hüseyin, niyetinin çarpışmak değil hak ve adaleti sağlamaya çalışmak olduğunu, bunun için gerekirse Yezid’le görüşebileceğini, en azından beraberindekilerin serbest bırakılması gerektiğini söylediyse de, Yezid’in Kufe Valisi olarak görevlendirdiği Ubeydullah b. Ziyad, emrindeki askerlere savaş emri verdi. Savaşın kaçınılmaz olduğunu anlayan Hz. Hüseyin ve yakınları var güçleriyle savaştılar. Yoğun geçen çarpışmalar sonucunda 57 yaşındaki Hz. Hüseyin ve aralarında küçük çocukların da bulunduğu 70’den fazla yakını şehit edildi.[9] Hicri 10 Muharrem 61, Mildi takvime göre de 10 Ekim 680 tarihinde gerçekleşen ve İslâm tarihinin kırılma noktalarından biri olan bu olay, günümüzde Kerbelâ Olayı adıyla anılmaktadır.[10]

Yankıları yüzyıllar boyunca devam eden Kerbelâ faciası sonucunda Yezid ve taraftarları lanetle, Hz. Peygamber’in ciğerparesi Hz. Hüseyin ve beraberindekiler ise rahmetle anılmıştır. Hz. Hüseyin başta olmak üzere Hz. Peygamber’in Ehl-i Beytine yapılan zulüm şiirlere ve destanlara konu olmuştur. Bu şiir ve destanlar olayın yaşandığı sınırların çok ötesine taşınmış, zulme uğrayan bütün insanlar arasında büyük bir ilgi uyandırmıştır. Nitekim Türklerin bir kısmının Müslümanlığı seçmesinde, Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyti için söylenen hüzünlü sözlerin, mersiyelerin, şiirlerin ve dilden dile dolaşan destanların etkili olduğu söylenmektedir. Orta Asya’da göçebe bir hayat yaşayan Türkler, Kerbelâ ile ilgili olarak anlatılan sözlü kültürde adeta kendilerini bulmuşlardır. Bu yüzden Orta Asya Türklerinin din olarak Müslümanlığı seçmesinde, başka nedenlerden daha çok bu tür sözlü anlatımın etkili olduğu görüşü yaygındır.

 

[1] Bkz: Muhammed b. Cerir et-Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Beyrut tsz., c. 6, s. 53–62; Ebu’l Fidâ İsmail b. Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Beyrut 1966, c. 7, s. 315–316.

[2] Bkz: Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 6, s. 91–95.

[3] Hüseyin Algül, Kerbelâ, Ensar Yayınları, İstanbul 2009, s. 45.

[4] Bkz: Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim b. Kuteybe, el-İmame ve’s-Siyase, Kahire 1967, c. 1, s. 162–163.

[5] Konuyla ilgili geniş bilgi için bkz: Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 4, s. 238.

[6] Bkz: İbn Kuteybe, el-İmame ve’s-Siyase, c. 2, s. 5; Algül, Kerbelâ, s. 75–99.

[7] Bkz: Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 6, s. 218.

[8] Bkz: Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 6, s. 232; İbn Kuteybe, el-İmame ve’s-Siyase, c. 2, s. 5–6.

[9] Bkz: Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 5, s. 416–453; İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Beyrut 1966, c. 7, s. 181–204.

[10] Kerbelâ ile ilgili geniş bilgi için bkz: M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, Hz. Hüseyin ve Kerbela Faciası, Ankara 1984; Ünal Kılıç, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezid b. Muaviye, Kayıhan Yayınları, İstanbul 2001, s. 209–292.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.