Sekizinci günün sonunda avukatım geldi. O günlerde FETÖ davalarını alacak iyi bir avukat bulmak son derece zor bir işti. Zira yasal olarak avukat bulundurulması zorunlu olsa da, FETÖ ihanetinin oluşturduğu infial nedeniyle, bu davalarda avukat olmak kamuoyunda FETÖ’cüyü savunuyor algısına yol açıyor ve FETÖ’cü olarak yaftalanmaya neden oluyordu.
17/25 Aralık öncesinde sol kesime nispeten sağ kesimden ve özellikle İslami cenahtan hemen herkesin FETÖ’cülerle bir şekilde fotoğrafının olması, at izini it izine karıştırmayı kolaylaştırıyordu. Kolaylıkla lekelenebileceklerini ve hedef haline getirilebileceklerini düşündüklerinden olsa gerek muhafazakâr görüşe mensup avukatlar FETÖ davalarına bakmaktan nispeten çekiniyorlardı. Hele benim gibi birinin avukatlığını üstlenmek ciddi bir riskti. Peşimde kendini devlet yerine koyan ve hiçbir ahlaki kaygı taşımayan bir çete vardı.
Bu ve benzeri nedenlerle arkadaşlar vekâletimi almak isteyen Uşak barosu avukatlarını uygun görmeyerek nazikçe reddetmişler. İl dışından FETÖ konusunda gocunacak yarası olmayan, mesleğinde iyi, karakteri sağlam, cesur bir avukat arayışına girişmişler ve Afyonkarahisar Barosu avukatlarından Kemal ÇETİNKAYA kardeşimiz üzerinde mutabık kalmışlar. Bu konuda sanıyorum Afyon barosundan avukat Uğur Murat HAYRAN etkin olmuştu ki Murat kardeşimiz mahkeme aşamasında beni gönüllü olarak savunan avukatlardan biriydi ve FETÖ konusunda ciddi sıkıntılar çektirilmiş ve kadre uğramış değerli bir arkadaşımızdı.
Sanıklarda, FETÖ davaları sürecinde avukatın yapacağı pek fazla bir şey yok algısı olsa da, birçok avukatın normal rutinleri dahi doğru dürüst takip etmemesinden kaynaklanan mağduriyetleri biliyorum. Avukatların küçük bir ihmali veya tecrübesizliği, müvekkilleri için birkaç yıl fazladan yatmak da dâhil, çok kötü sonuçlara sebep olabiliyordu! Dolayısıyla avukatın samimiyeti, iş ciddiyeti, tecrübesi ve mesleki nitelikleri oldukça önemliydi.
Her ne kadar ülke meseleleri ile ilgili yeterince görüş alış verişi fırsatımız olmasa da avukatımın Atatürkçü ve sosyal demokrat bir kişiliğe sahip olduğunu, fikren FETÖ zihniyetiyle en ufak bir yakınlığı olmamasının yanında, yüksek görev bilinciyle FETÖ davalarını korkmadan alıp avukatlık mesleğini layığıyla icra eden biri olduğunu öğrenmiştim.
Dışarı İle İlk Temas
Dile kolay sekiz günlük tecritten sonra avukatım vasıtası ile ilk kez dışarıdan haber alacaktım. Kamera ile gözlenen ve kayıt alınan bir odada olsa da uzun bir aradan sonra sivil biri ile karşılaşmış olmak beni oldukça ferahlattı. Kemal Bey ile ilk karşılaşmam böyle olmuştu ve ailemin durumuyla ilgili sorularla sanıyorum onu bunalttım.
Avukatım endişe etmememi, eşim ve çocuklarımla birkaç kez görüştüğünü ve diğer müvekkillerinin ailelerine göre çok daha iyi ve metanetli olduklarını söyledi. Mesleki meziyetlerinin ve ihtiyatlı iyimserliğinin yanında ayrıntı sayılabilecek hususları yakalayabilen bir avukat olarak beni teskin etti.
Aynı sözü her akşam gittiğimiz sözde doktor kontrolü dönüşünde bir polis memuru arkadaş, “Biz operasyon için çok sayıda eve girip çıktık, şu ana kadar sizin eşiniz kadar metanetlisini görmedim.” sözü ile birleştirince avukatımın sözlerinin teselliden öte bir hakikati gösterdiğine kani oldum.
Elbette ne benim ne eşimin ne de çocuklarımın abdestlerinden şüpheleri yoktu. Metanetlerinin kaynağı biraz da “Devletimiz bizi bilir, bu memleket sahipsiz değil, mutlaka duruma el koyar.” diye düşünmeleriydi. Aynı benim gibi, eşim ve ne olduğunu değerlendirebilecek yaşta olan tıp öğrencisi kızım ve oğlum da, bir insanın kör göze parmak misali mesnetsiz iddialarla cezaevine tıkılabileceğine, bu işin bu kadar basit olabileceğine ve de sürecin bu kadar da uzun sürebileceğine ihtimal vermemişti. Ne yani kabile devleti miydik biz!
Avukatımla polis sorgusunda ne soracaklarına dair hiç konuşmadık. Zaten üzerinde gizlilik kararı olduğu için dosyamı inceleme talebi reddedilmiş, bir anlamda savunma hakkımız kısıtlanmıştı.
Sorgucu Polis
Nezarethaneye ilk girişte, resmi prosedürleri hazırlayan polis sorguyu yapacaktı. O günler sürekli operasyona çıkmaktan olsa gerek, kesmeye fırsat bulamadığı kirli tırnakları ve arkadan bağladığı uzun saçlarıyla dikkatimi çekmişti. Kirli tırnak aralarını sık sık diğer tırnakları ile temizlemeye çalışan ve zaman zaman da ağzına götüren, stresli bir memurdu.
Bu kez sorguya tırnaklarını ve arkadan bağladığı uzun saçlarını kesmiş olarak geldi. Ancak, tırnakları ile oynama ve ağzına götürme alışkanlığı devam ediyordu. Sanıyorum zor ve stresli bir mesleğin yan etkileri olmasının yanında bir rektörün sorgusunu üstlenmenin getirdiği ek bir stres de çekiyordu! Bir başka polis de ifadeyi bilgisayarda yazıya geçirecekti. Her ikisi de nezaketli görünme ve kendilerine verilen görevi hakkıyla yerine getirme gayreti içerisindeydiler!
FETÖ darbesi başarılı olsaydı ilk toplanacaklardan biriydim. İşte bu durumda iken darbe başarılı olsaydı aynı polisler beni FETÖ’ye ve darbeye karşı olmaktan dahası fiili karşı koymaktan sorgulayacaklardı diye aklımdan geçirdim. Zira yasa dışı olarak dinledikleri telefon konuşmalarımdan elde ettikleri tapeler başta olmak üzere, ellerinde hem darbeye, hem de Fetullahçı çeteye karşı nasıl mücadele ettiğimi gösteren çok sayıda somut belgeyle beni sorgulayacaklardı ve işleri bayağı kolay olacaktı!
Hayat işte böyle bir şeydi!
Sorgunun yapılacağı masaya geldiğimde içilmiş boş çay bardaklarını gördüm. Kaç gündür hiç çay içmediğim için bardakta kalan artıklar bile burnumda buram buram tüten çay özlemini depreştirmişti. Polisler oldukça kibar görünmeye çalışsalar da soru ve cevaplar saatlerce devam ettiği halde kuruyan boğazımı ıslatacak bir bardak çay ikram etmeyi dahi bana çok gördüler! Özellikle böyle bir emir almış olmalılar. Emniyet Müdürünün ve bağlı bulunduğu sivil ekibin en güvendiği elemanlarını sorgum için görevlendirdiklerini tahmin etmem için kâhin olmam gerekmiyordu.
Avukatım Kemal ÇETİNKAYA’ya polislerin kibarlıklarından bahsettiğimde bana “Ağzı bal yapan arının kuyruğunda iğnesi olduğunu unutmayacaksın hocam.” diyerek veciz bir atasözü ile içinde bulunduğum durumun hakikatini hatırlattı. Gerçekten de öyleydi. Nitekim sorgu sırasında ne kadar nazik görünmeye çalışsalar da sorgucu emniyet görevlilerinin gerçekleri açığa çıkarmaktan çok, ellerine verilen işi başarmak için beni suçlu çıkarma reflekslerinin ve motivasyonlarının çok önde olduğu izlenimini edindim.
Hayat Tecrübelerimin Bana Söylediği
1980 darbesi öncesi ve sonrası olaylarda, polislerin bütün faili meçhul suçları, yakaladıkları bir kişinin üstüne yıktıklarına defalarca şahit olmuş bir neslin efradıyız. Böylece kamuoyunda bir taraftan faili meçhul olay kalmadı algısı oluşturularak güvenlik güçlerinin görevlerini hakkıyla yaptıkları imajı oluşturulurken diğer yandan dönemin askeri-siyasi iradesi bu durumu suç işleyenlerin yaptıklarının yanına kâr kalmadığı propagandasına dönüştürürlerdi.
1993 yılında bombalı suikasta kurban edilen gazeteci Uğur Mumcu’nun bugüne kadar farklı zamanlarda 9 ayrı katili yakalandı, hepsi de Uğur Mumcu’yu kendisinin katlettiğini itiraf etti! Ancak daha sonra bu kişilerin tamamı mahkemede beraat etti ve sanırım bu cinayet tam olarak aydınlatılamadı.
Maalesef bu ülkede benzeri binlerce örnek yaşandı. Yarını hesap etmeyen, günü kurtardım, açık dosya bırakmadım, tüm failleri yakaladım piarında olan vicdansızlar için, içeri attıkları zanlıların gerçekte suçlu olup olmadığının pek de önemi yoktu!
12 Eylül darbesi sonrası hatırladığım kadarıyla ülkücü gençlerden Mustafa Pehlivanoğlu’nun karıştığı iddia edilen olayın silahları başka bir örgüt evinde bulunmuştu. Pehlivanoğlu mahkemesi boyunca ifadesinin polisler tarafından işkence zoruyla alındığını ve kendisinin masum olduğunu iddia etmesine rağmen solcu gençlerden Necdet Adalı ile birlikte idam edilmişti.
ABD aparatı Kenan Evren tuttuğu notlara şöyle yazmıştı: “Dün onayladığımız iki idam cezası bugün infaz edildi. Biri 24, diğeri 22 yaşında olan bu iki terörist, yedi kişiyi öldürmüşler, on iki kişiyi de yaralamışlardı. Böylece işledikleri suçlarını canları ile ödediler.” Eli kanlı Evren, notlarında idam edilen ciğerparelerimizin yaşlarının bir önemi varmış gibi özellikle belirtme ihtiyacı duyuyordu. Oysa sol kesimden Erdal Eren’in yaşı tutmadığı halde mahkeme kararı ile büyütülerek 17 yaşında idam edildi.
Ülkede hukuksuz işler hep böyle meşrulaştırıyordu. Darbeciler, taraf tutmadıklarını ispat babından bir sağdan bir soldan adam astıklarını rahatlıkla söyleyebilen ve bu söylediklerini makul gören bir hukuk nosyonuna sahiptiler(!) Böylece bu ülkenin son idealist gençliğinden adeta intikam alıyorlardı. İşkence altında alınmış ifadelerle ve konjonktürel davranan mahkemelerden çıkardıkları mahkûmiyet ve idam kararlarıyla vatandaşa gözdağı veriyorlardı.
17-24 yıla tekabül eden kısacık hayatları ile ülkenin asırlardan intikal büyük meselelerini çözmeye yeltenen ve kendilerince bir takım yollara giren bu tecrübesiz ama samimi gençlerin arkasından şiirler yazıldı, ağıtlar yakıldı. Neticede ateş düştüğü yaktı!
İttihatçı Kafa
Bu ülkede 1960, 1971 ve 1980 yıllarındaki ittihatçı anlayışın 1990’lı yıllarda yeniden hortladığına tanık olduk. 28 Şubat ile taçlanan bu süreçte yine dönemin “Cemaat”ini Genel Kurmay Başkanlığında en üst düzeyde ağırlayan bu anlayış, bir sağdan bir soldan demeye bile gerek görmeden, vatandaşlarını karşı karşıya getirmeye çalıştı. Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Laik- Anti laik tahrikleri ile yurttaşları arasında niza çıkarma, kin, nefret ve öfke tohumları ekme çalışmaları yaptı.
O süreçte dönemin Cumhurbaşkanının “Devlet gerektiğinde rutin dışına çıkar” sözü ile özetlenebilecek bu kafanın temeyyüz ettiği 1990’lı yıllar Türkiye’nin en acımasız, en kanlı ve karanlık yılları olarak anılmaktadır. Bu dönemde kendisini devlet yerine koyan veya devlet adına iş yaptığını iddia eden kişilerin ve grupların işlediği on binlerce hak ihlalleri, suikastlar ve faili meçhul cinayetler tarihte yerini aldı.
Teoride devletin devamlılığı gibi ulvi bir amaç güdülüyor görüntüsü verilse de uygulamada devlet aygıtının kişi ve gurup çıkarları doğrultusunda kirletildiğini ve kullanıldığını görüyoruz. Dolayısıyla 1990’lı yıllar devlet, siyaset ve mafya üçgeni ile milletin ve devletin soyulduğu yıllar olarak tarihe geçmiştir.
Osmanlının yıkılış sürecinde devlete sahip çıkmak için şiddetlendirilen otokrat anlayış Cumhuriyetimize miras olarak kalmıştır. Dahası kuruluş yıllarından itibaren kurumsal olarak benimsenmiştir.
Atatürk, eski Başbakanlardan Fethi Okyar’ı 1930 yılında Londra’dan yanına çağırarak ona: “Bugünkü manzaramız diktatörlüktür. Gerçi bir Meclis vardır. Ama içte ve dışta bize diktatör gözüyle bakıyorlar. Geçen yıl Ankara’ya gelen Alman yazarlardan Ludvin, bana idare şeklimiz hakkında tuhaf sorular sormuş ve diktatörlüğümüze kanaat ederek geri dönmüş, bunu da yazmıştır. Ben öldükten sonra arkamda kalacak kurum bir istibdat kurumudur. Ben ise millete miras olarak istibdat kurumu bırakmak ve tarihe o suretle geçmek istemiyorum.” demiştir. Ne yazık ki, bu düşüncelerle hayata geçirilmeye çalışılan çok partili demokratik hayat projesi otokrat geleneğe yenik düşmüştür.
İstiklal mahkemelerinden beri süregelen birçok adaletsizlik devletin âli menfaatleri öne sürülerek meşrulaştırılmıştır. Olağan üstü dönemlerde refleks olarak gelişen ve ülkeyi gelinen noktadan daha da gerilere düşüren bu gelenek ve akıl, kamu otoritesini kullananlar tarafından alt kademelerde fırsat, çıkar ve kazanç kapısına dönüştürülmekte; mikro iktidar odakları, mafya ve çeteler yerden mantar biter gibi bitmekte devlet düzenini, berhava etmektedirler. Böyle dönemlerin ortak özelliği, hukukun rafa kaldırılmış olması ve istisnasız olarak ülkenin yağmalanmasıdır. Bu bağlamda Sadi’nin “Hükümdar haksız olarak bir köylüden yumurta alırsa, adamları köylünün büyün tavuklarını alır.” sözünü hatırlamamak mümkün mü?
FETÖ Zihniyeti
Geçmişten günümüze “Devletin bekası için bireyler feda edilebilir.” zihniyeti olarak özetlenebilecek bu anlayışı bu topraklarda canlı tutmaya çalışan güçlü bir damar olduğu inkâr edilemez bir hakikattir. Hikmeti Hükümet olarak da adlandırılan bu anlayış, devlet olmanın ve devlet yönetmenin kendine has bir doğası olduğu gerekçesiyle; hukuk, adalet, insan hakları ve ahlak kuralları dışına çıkılabileceğini savunmaktadır. Tek tipçi karakteri nedeniyle bu kafa, çoğulculuğa karşı ve yasakçıdır.
Bu zihniyet aynı zamanda bir FETÖ zihniyetidir. Hain Feto, mankurtlarına yaptığı özel sohbetlerde sözde ulvi nedenlerle hukuk ve genel ahlakın dışına çıkılabileceğini, icabında kurunun yanında yaşların da yakılabileceğini telkin ediyordu. O’nun şu sözleriyle kamuda kadrolaşmak için soru çalmak dâhil olmak üzere 15 Temmuz kalkışmasına kadar yaşanan bir dizi trajik olayı anlamamızı ve anlamlandırmamızı sağlıyor: “Türkiye’nin bugünkü meseleleri mutlak adalet ile çözülemez. Cerrahlar bazen kanserli hücreleri temizlerken neşteri şöyle biraz genişten, biraz derinden vururlar. Arada sağlıklı hücreler de gider ama en azından urları temizlerler ve kısa vadede bir daha nüksetmesinin önüne geçerler.”
Haksız yere bir insanı öldürmeyi bütün insanları öldürmekle bir tutan (Maide 32) Kutsal Kitabımız, kurunun yanında yaşı yakmayı şiddetle reddeder. Kişisel hak ve özgürlükler hiçbir hukuk sisteminde Kuran’daki kadar güçlü vurgulanmamış ve korunmamıştır.
Az Gittik Uz Gittik
Osmanlı İmparatorluğu’nun manevi kurucusu Şeyh Edebali’nin söylediği rivayet edilen “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” veciz sözü oldukça ehemmiyetli ve bir o kadar da manidardır! Bu sözün üretildiği bir medeniyet ve kültürde devlet fetişizminin hala kaim olması ve yüzlerce yıl sonrasında bile insanı yaşatmayı önceleyen bir sistemi tekemmül ettirememek, üzerinde düşünülmesi gereken bir problematiktir. Ne yazık ki bu konuda girişilen samimi gayretler sabote edilmekte ve yeterince mesafe alınamamaktadır.
Oysa devletin varlık nedeni, bireyin doğuştan sahip olduğu temel hak ve özgürlükleri güvence altına almaktır. Hukuk ve devlet insan içindir. Biz bunun prototipini Allah Resulünün inşa ettiği Medine Devleti’nde görüyoruz. Düşünce ve inanç özgürlüğünü esas alan bu çoğulcu sistemi tarihin sayfalarına gömerek görmezden gelen bir ümmetin çocukları olarak çeşitli bela ve musibetlerle sınanıyoruz maalesef!
Yüzyıllardan süzülerek gelen tecrübelerden ortaya çıkan evrensel hukuk kaideleri ve hukuk devleti olgusu, birey haklarının devletten önce geldiğini ve devletin hukukun üstünde olmadığını söyler. Hukukun üstünlüğüne dayanan bir devlette en üst düzey devlet yöneticileri de dâhil hiç kimsenin suç işleme özgürlüğü yoktur.
Dikkat edersiniz adaleti ararken devamlı ahlaki çöküntüye ve ahlaksızlığa dikkat çekiyoruz. Montaigne “Adaletin olmadığı yerde ahlak da yoktur.” diyor. Bu konuda sadece kendi kültür ve medeniyet dünyamız değil insanlığın ulaşmış olduğu evrensel birikimler de yol göstericidir. Doğu Romada’da 534-539’lu ’yıllardan bugüne ulaşan, Justiniaus Kanunlarında “Hiçbir şey devlete, yasalara saygılı olmak kadar yaraşmaz.” deniyor.
Ne güzel! Bir devlet düşünün emânetleri ehline veren ve insanlar arasında adâletle hükmeden (Nisa 58) ve bu yöndeki yasalara önce kendi sadık ve saygılı olan! Dolayısıyla ulusal hukukumuz ile evrensel hukukun uyumlu hale getirilmesi ve hukukun adaletle taçlandırılması elzemdir.
Bireyi yok sayan ve kerameti kendinden menkul uydurma kutsallar üzerinden istismar edilen anlayışlar sağ veya sol bütün kesimlerimizde şu veya bu ölçüde mevcuttur. Doğrusunu söylemek gerekirse devlet fetişizmi İslami müktesebatımıza da sızmıştır ve olmazdık zamanlarda depreşmektedir.
Çok bilinen bir masal tekerlemesi vardır. “Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik altı ay bir güz gittik, döndük bir de arkamıza baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz.”
Bir çetenin gadrine uğramış rektör olarak zaman zaman bu hisse kapıldığımı söylemeliyim. Son zamanlarda1990’ların aktörlerinin ve uygulamalarının yeniden ortaya çıktığı izlenimi bile beni son derece tedirgin etmektedir.
Diğer taraftan yine son günlerde devlet içinde hukukun üstünlüğünü savunanlarla devletin âli menfaatleri maskesi altındaki mafyatik oluşumları savunanlar arasında ciddi bir mücadeleye girişilmiş olduğunu gözleyebiliyorum. Dün Susurluk’ta yarım kalan adaleti ve arınmayı savunanların bu defa hedeflerine ulaşmalarını temenni ederek sözlerimi tamamlıyorum.