Üslûp, “izlenen yol, benimsenen tarz” anlamına gelir. Bir diğer ifade ile üslûp, kişinin kendi duygu, düşünce ve heyecanlarını dile getirme şekli, dili kullanma biçimidir. İlmî, edebî, ilmî-edebî ve hatâbî çeşitleri mevcuttur.[1] Her yazarın veya hatibin bir üslûbu vardır ve bu üslûplardan hiç biri diğerine de benzememektedir.
Kur’an’ın da kendine özgü bir üslûbu vardır ve bu üslûpla muhataplarına hitap eder. Onun bu hitabında sadece imandan, ahlaktan, ibadetten ve hidayetten söz edilmez, aynı zamanda güzelliklerden de söz edilir. Nitekim onda bitkilerin, hayvanların, göklerin, yıldızların ve galaksilerin de dâhil olduğu bütün kâinatın güzellikleri anlatılır, insan da bu anlatımdan “ahsen-i takvîm” olarak nasibini alır. Bu nedenle Allah Teâlâ, kullarından bu güzelliği hayata yansıtmalarını ve yaşatmalarını ister ve şöyle der:
“Ey Peygamber! İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle; güzel öğütle çağır. (Gerektiğinde de) onlarla en güzel şekilde mücadele et. Hiç şüphe yok ki Rabbin kimin kendi yolundan ayrılıp uzaklaştığını, kimin de doğru yolda olduğunu çok iyi bilir ”[2]
Bu bir emirdir ve bu emir, sadece Hz. Peygamber’e değil , daha önce de Hz. Musa ve Hz. Harun’a da verilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, onlara da “Firavun’a gidin çünkü o, azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alır, düşünür veya korkar” [3] demiş; ayrıca İsrailoğulları’ ndan misak alırken, “ İnsanlara güzel konuşunuz”[4] sözüyle de bu emri teyit etmiştir. Dolayısıyla bütün konuşmalarımızda, özellikle de dini anlatmada güzel ve yumuşak konuşma emri, sadece Hz. Musa, Hz. Harun ve Hz. Muhammed’e değil, aynı zamanda onların şahsında bütün Müslümanlara da verilmiş bir emirdir.
Hz. Peygamber bu emri hakkıyla yerine getirdiği için Allah Teala, onu överken, onun yumuşak davranışına, kaba ve katı olmayışına dikkat çeker.[5] Nitekim Hz. Peygamber’in de dini tebliğ etmekle görevlendireceği kişilere ihtiyaç duyduğu zaman, halim, selim ve güzel söz söyleyebilen, belagat sahibi, İslam ilahiyatı konusunda iyi yetişmiş, zahit ve dinin en küçük bir hükmünü dahi yerine getiren kimseleri seçtiği ve bu niteliklere sahip kişilere din eğitimi ve öğretimi görevi verdiği nakledilmektedir. [6] Görevin niteliğine göre görev vereceği kişilerde, daha başka meziyetler aradığı da bilinmektedir. Valilerine söylemiş olması muhtemel şu söz, Hz. Peygamber’e atfedilir: “Şayet bana bir haberci gönderecek olursanız, bunu veçhi (yüzü) nuranî, yakışıklı ve adı güzel olanlardan seçin.”[7] Nitekim kendisi de yakışıklılığı ve güzelliğinden dolayı Dihye’ yi Bizans İmparatoru Herakleios’a göndermesi de bu ilkeyi titizlikle uyguladığını göstermektedir.
Bu bilgiler bize, ne söylediğimiz kadar, nasıl söylediğimizin de önem arz ettiğini, hatta nasıl söylediğimizin, ne söylediğimizden önce geldiğini ifade ediyor. Çünkü usul, esastan öncedir ve amacın doğruluğu kadar, aracın da doğru olması gerekir. Zira yanlış araçla doğru hedefe ulaşılamamaktadır. Bu nedenle asıl/söz, usul yanlışlığına feda edilmemeli; “Vusulsüzlüğümüz, usulsüzlüğümüzdendir” vecizesi de asla unutulmamalıdır. Yine unutulmamalıdır ki “Üslub-u beyan, ayniyle insan dır/bir insanın ifade tarzı kendisini anlatır”. Bu nedenle üslup, aynı zamanda Müslümanın dinî kişiliğini de yansıtan önemli bir göstergedir. Şeyh Edebali, bu kişiliği şöyle anlatır:
“İlim bil, irfan bil, söz bil.
İkram bil, kural bil, doyum bil.
Usûl bil, âdâb bil, sınır bil.
Yol bil, yordam bil.
Hal bil, ahval bil, gönül bil.
Çok konuşma, boş konuşma, kem konuşma.
Mert ol, yürekli ol.
Kimsenin umudunu kırma.”
Her Müslüman, özellikle de İslam’ı anlatanlar, bu kişilik özelliklerini göz önünde bulundurmak ve dikkate almak zorundadırlar. Zira Allah Teâlâ, “ Ey Peygamber! Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler; sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan insanların apaçık düşmanıdır” [8] sözü ile güzel konuşmayı, kullarından talep etmektedir. Bu ilke gereği her Müslüman, şartlar ne olursa olsun söyleyeceği söze özen göstermeli, güzel bir üslupla muhatabına hitap etmelidir. Zira sarf edilen sert ve kırıcı sözlere verilecek cevaplar da sert ve kırıcı olmaktadır. Dolayısıyla insanlar arasındaki iyi münasebetler, yerini çekişmelere terk etmekte; çekişmeler de düşmanlığa sebep olmaktadır. Şeyh Sâdî’nin dediği gibi, “Yanlış üslup, doğru sözün celladıdır…!” Buna karşılık, tatlı ve güzel söz ise yaraları iyileştirmekte; katılıkları törpülemekte ve muhatapları sevgi mihveri etrafında toplamakta, sonuçta atalarımızın da dediği gibi, “Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkartır”(çıkartmaktadır).
Nitekim Japon bilim insanı Dr. Masaru Emoto’nun, yıllar önce su kristalleri üzerine yaptığı deneyler de bunu doğrular niteliktedir. “Emoto, yaptığı bu deneylerde mikroskobik ortamda ve çok soğuk bir odada su kristallerini incelemiş. Deney öncesinde bir kısım suya iyi ve güzel sözler söylerken , bir kısmına da çok çirkin sözler sarf etmiş; bunun yanı sıra değişik türden müzikler ve değişik duyguları suya yansıtmış. Neticede güzel sözler sarf edilen su kristalleri tıpkı kar taneleri gibi düzenli ve muazzam bir şekil oluştururken; kötü sözler söylenen kristaller oldukça dağınık ve birbirinden kopuk bir şekilde gözlemlenmiş. Buradan çıkan sonuç ise, sözlerin sadece durağan suda değil, insan üzerinde de etkili olduğunu gösteriyor. Bilindiği gibi üzere insan vücudunun dörtte üçü de sudan oluşuyor”. [9]
Bu nedenle din adamı, tebliğ görevini ifa ederken, savaş meydanında askerlerini savaşa hazırlayan ve teşvik eden bir komutan; spor sahasında oyuncularını motive eden bir antrenör; miting meydanlarında taraftarlarını heyecanlandıran bir siyasetçi gibi değil; Hz. Peygamber gibi yumuşak ve tatlı konuşmalı; asla horlayıcı, aşağılayıcı, kırıcı ve itici bir üslupla konuşmamalıdır. Çünkü “Kem âlât ile kemâlât olmaz”(olmamaktadır).
Hz, Peygamber’e gelerek zina etmek için ondan izin isteyen bir gence, Hz. Peygamberin söyledikleri, onun üslubuna bir örmektir. Hz. Peygamber’in, o gence zina etmek istediği kadının, birinin ya annesi yada kız kardeşi olduğunu; dolayısıyla kendi annesi veya kız kardeşiyle zina edilmesini isteyip istemediğini, böyle çirkin bir davranışın hoşuna gidip gitmediğini sorduğu, o gencin de “hayır, istemem” dediği nakledilmektedir. [10]
Bir gün kıyâmet alametlerinden söz eden Hz. Peygamber, bir grup sahabîyi derinden etkiler ve bu grup, Osman b. Maz’ûn’un evinde toplanarak sürekli oruç tutmaya, geceleri namaz kılmaya, yatakta yatmamaya, et ve yağ yememeye, kadınlara yaklaşmamaya yün elbise giymemeye, dünyayı terk etmeye, yeryüzünü gezip dolaşmaya ve bu konularda birbirlerini kontrol edip eksikliklerini hatırlatmaya karar verirler.
Hz. Peygamber, bu olayı haber alınca, hemen Osman b. Maz’ûn’un evine gider ve onlara: “Ben bununla emrolunmadım. Nefsinizin sizin üzerinizde hakkı vardır. Bazen oruç tutun, bazen tutmayın. Gecenin bir kısmında ibâdet edin, bir kısmında da uyuyun. Ben geceleri bazen kalkar, namaz kılarım, bazen de yatar uyurum. Bazen oruç tutar bazen de tutmam. Et ve yağ yerim. Kim benim sünnetimden ayrılırsa benden değildir” der. Daha sonra adeti üzere mescide giderek hutbeye çıkar ve şunları söyler:
“Bazılarınıza ne oluyor ki, kendilerine kadınları, yiyecekleri, helal ve nimetleri, uykuyu ve dünyanın meşrû zevklerini haram kılıyorlar. Dikkat ediniz ben size Hristiyanların keşiş ve ruhbanları gibi olmanızı kesinlikle emretmedim. Bizim dinimize et yememek, kadınları terk etmek, Hristiyanların yaptıkları gibi devamlı ibâdet edilecek özel yerler kullanmak yoktur. Ümmetimin inzivâsı oruç, ruhbâniyyeti ise cihaddır. Allah’a ibâdet ediniz ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Haccediniz ve umre yapınız. Namazınızı kılınız ve zekâtınızı veriniz. Ramazan orucunuzu tutunuz. Sizden önce çok aşırı gidenler, helak oldular. Siz kendinize sahip olunuz”. Daha sonra da “Ey îmân edenler, Allah’ın size helâl kıldığı şeyleri kendinize haram kılmayın, aşırı gitmeyin. Çünkü Allah, aşırı gidenleri sevmez” [11] buyurur.
Abdullah b. Amr b. As, askerî bir kimlik ve kişiliğe sahip olan babasının tam aksine gece ve gündüz bütün vakitlerini ibâdetle geçiren bir sahâbîdir. Sırf bu yüzden babası onu Kureyş’li bir kızla evlendirmiş; fakat o, ibâdetlerinden vakit ayırıp da eşiyle ilgilenmemiştir. Konuya muttali olan Hz. Peygamber, ona “Ben hem oruç tutarım hem de tutmam. Geceleri hem namaz kılar hem de uyurum. Hanımlarımla bir arada bulunurum. Benim sünnetim budur. Benim sünnetimden ayrılan benden değildir” der şöyle devam eder: “Her âbidin ibâdet için coşkulu anları ve dönemleri mevcuttur. Fakat bu dönemi bir duraklama takip eder. O zaman insan, ya sünnete doğru gider ya da bid’ate doğru gider. Sünnete giden hidayete gitmiş, başka yola giden de helâk olmuş demektir”[12] tavsiyesinde bulunur. Hiç şüphesiz Hz. Peygamber’in bu konuşma üslûbu ve tavsiyeleri, herkes için özellikle de İslam’ı anlatanlar için bir ilham kaynağıdır. Dahası ilham kaynağı olmalıdır.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] İsmail Durmuş, Üslup, TDVİA, İstanbul 2012,42/383-385.
[2] Nahl, 16/125.
[3] Taha,
[4] Bakara,2/83.
[5] Al-i İmran,3/159.
[6] M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev. Sait Mutlu, Salih Tuğ, İstanbul 1969, 2/60.
[7] Hamidullah, age., 2/260
[8] İsrâ, 17/53.
[9] https://medium.com su kristalleri ve insan
[10] Ahmet b. Hanbel, Müsned, V/ 256-257.
[11] Vahidî , Esbab-ı Nüzûl, Kahire 1968,137-138; Maide, 5/87.
[12] Komisyon, Sahabîler Ansiklopedisi, Tercüman Gazetesi, İst., 1989, s.16.