Gözlerimizi açtığımızda, bilmediğimiz bir dünyada olduğumuzu gördük. Her şeyi büyüklerimizin gösterdiği şekilde yaparak, çevremizde kurulan bir yaşayışa adapte olmuştuk. Yaşayışımız bize öğretilen ve gösterilen şekilde belliyor, bize sunulan doğrulara göre hareket ediyorduk.
Hayalin sislerinde yol bulmaya çalışmak:
Belli bir zaman sonra, yaşımız büyüdü. Okullarda yeni bilgiler edindik. Hatta bu bilgilerin çoğu, ailemizin bize öğrettiği bilgilere ters bilgilerdi. Bu bilgileri, resmi kurumlar belirlemişti. Neden Ailemizin, bize doğruyu ve hayatı öğreten bilgilerine tersti bunlar, diye düşündük. İki tane doğru olamazdı. Neden böyle bir zıtlık içinde kaldığımızı anlamaya çalıştık. Ama, sebebini bulamadık.
Acaba, yabancı bir ülkenin yönetiminde miyiz gibi düşünceler aklımıza geldi. Fakat, bu yöneticiler, ülkemizin insanıydı ve isimleri de Türk-Müslüman isimleriydi.
Daha sonra gördük ki, halkın dışında ve hatta üstünde bir yönetici, aydın kesimi vardı ve bunlar, başka bir dünyanın fikrini ve sistemini ülkemizde hakim kılmaya çalışıyorlardı.
Radyo, televizyon ve okullar; toplumun tarihinden, edebiyatından, müziğinden ve topyekun hayat hikayesinden ayrı bir dünyayı gösteriyordu.
Neden diye sorduk!.. Geçmişte hiç mi iyi yönümüz yoktu dediğimizde, içi boş sloganlarla cevaplar aldık. Önümüze, şişirilmiş devlet adamları ve kahramanlar konuldu.
Gerçeğin bile bile gizlenmesi:
Halkın ağzı kapatılmış, yenilik hareketleri ve devrimlerin gerekli olduğu anlatılıyor ve büyüklüğünü tasdik etmeleri bekleniyordu. Batı, en gereksiz tarafıyla bile kutsallaştırıyordu.
Halk, siyasi hayatta çoğu yabancı siyasi, iktisadi ve hukuki görüşlerden görüşlerden birini desteklemekle zorunda bırakılmıştı. Tek kelime ile despot bir rejim kurulmuştu.
Zaman içinde bu taklitçi ve devrimci mantığın başarısız ve çözümsüz yönetimlerinin, ülkeyi krize sokmasına şahit olduk. Memleket sever ve halktan yana siyasi hareketler, bu katı sistemi biraz yumuşattı; halkın tabii isteklerine cevap vermeye; onurunu iade etmeye çalıştı.
Fakat; batılı sistemin müesseselerine alternatif eğitim, kültür, hukuk anlayışı oluşturamadı. Siyasi istikrar, halka saygı, dış politikada şahsiyet ve ülke kurumlarını biraz verimli hale getirebildi. Fakat, batılı dünyanın; insan, ahlak, kültür ve fikir sistemini değiştiremedi.
Yaklaşık on yirmi otuz yıldır; sözde milliyetçi, fakat özde yabancılaşmış bir kültür, gençlerimizin ruhunu ve aklını kontrol altına aldı.
Gençler; anne ve baba ve öğretmenleri de kendilerine ait bir kültür altyapısı bulamadığından, hiçbir şeyi değerli kabul etmemeye ve sadece, internet ve sosyal medyadaki bilgi ve haberleri kendileri için bir kaynak olarak kabul etmektedirler.
Hayalden gerçeğe yönelmek zorundayız:
Aslında, tamamen yabancı ülke ve hayat tarzlarının ürettiği bu günübirlik ve maddeci hayat anlayışı; hayatı ve insanları henüz tanımamış “medyatik gençlik” tarafından bilinmiyor ve değerlendirilemiyor. Bu yüzden onlar, bir “ hayal dünyası” içinde yaşıyor ve internet kanallardan elde ettikleri bilgilerle tercihlerini yapıyorlar.
Bu yüzden onları, yaşanmış ve her birimizin hatıraları, acıları ve mutlulukları ile şekillenmiş “ gerçek dünya”ya çağırmamız gerekiyor.
Benimsedikleri dünya, gerçek olmadığı için, bu sanal dünya; onları ilerleyen zaman içinde huzursuz ve mutsuz yapacaktır. Çünkü, bu dünyanın ülkenin tarihi, kültürü ve coğrafyası ile bir bağlantısı kurulamayacak.
Çevrelerinde menfaat, eğlence ve cinsi arzuların peşinde koşulan dünyanın sürekli kopukluğu ve hayatlarına bir açılım ve anlam getiremediğini görünce, büyük bir travmaya yakalanacaklardır. Çünkü; hayallerle sürekli avunmak, mümkün değil..
Bu yüzden onları terketmeyip, yanında olmamız gerektiğine inanıyorum. Çünkü onlar, gerçekçi veri ve olaylar ile içinde bulundukları hayatın ne derece doğru ve gelecek vadettiğini konusunda bilgi sahibi olamamaktadırlar. Hayaller ve gerçekler arasında, nasıl bir farklılık oluşturulacağı; aslında bizim temel hedefimiz olmalıdır. Gençleri, medya ve internetin sunduğu yabancı, yanlış ve yetersiz bilgilerden uzak tutmak ve gençlerin dünyasını analiz ederek, onların düşünce ve duygu kalıplarına hitap edebilmek zorundayız.
Prof. Dr. Sami Şener