Yazar Ümit Aktaş’ın kaleme aldığı “Çeviri Sorunları” yazısını siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz…
İki hafta önceki “Çeviri ve dil sorunu” başlıklı yazımda, büyük ölçüde dil sorununa değinmiş ve bu konuda henüz toplumsal bir mutabakata varamayışımızdan bahsetmiştim.
Bu sorunun özü ise Türkçenin bir dil olarak evrensel bir nitelik kazanmasına dair bir kararlılığın sağlanamamasından kaynaklanmakta.
Bunun da ötesinde, yabancı dillerin baskısından çıkmaya ve dili işlek bir mahiyete kavuşturmaya dair çabalarımızın yetersizliğinin çeviri meselesini de sorunsallaştırdığını vurgulamıştım.
Tabi bu evrensel bir dil olmaya dair kararsızlık ya da hazırlıksızlık ise sonuçta insicamsız ve ucube çeviriler karşısında belli bir sorumluluk anlayışının ortaya çıkamayışına da neden olmakta.
Dil ise toplumsal hayatımızın en önemli veçhesi; hayat gibi değişken, etkileşimsel ve görece özerk bir alan.
Salt mantıksal/akli ve iletişimsel bir araç olmaktan öte, canlı, estetik ve edimsel/icrai bir faaliyet. Öyle ki dil sadece söylemez, aynı zamanda da eyler.
Eylediği ölçüde de etkiler; kandırır, inandırır, öğretir, sağaltır, aldatır, bir yola sokar ya da yoldan çıkarır.
Çoğu kez, yapılan işe değil de söylenen söze bakarız bu yüzden ve kolayca kanar ya da aydınlanırız. Belki de aldanmaya teşne bir yönümüz var ve bunun olumlu tarafları da var tabi.
Mesela hekimler birkaç güzel sözle bizi evimize iyileşmiş ve ilaca muhtaç olmadan ya da yalancı/plasebo bir ilaçla yolcu edebilirler.
Dolayısıyla da edimselliği/performatifliği dile aklilik yanında iradiliği ve de sağaltıcılığı da sokar.
Kimi de Molla Kasımlar yüzünden sözümüzü Yunus’un deyişiyle “eğri büğrü” de söyleriz. Gırtlağımızın tınılarını da ekleyerek sözümüzü kendimize özgülüğe de kavuşturur ve sesimizi nâmeleştiririz.
Bunu yaparken de her zaman mantığın sınırları içerisinde kalmayı da umursamayız. Teşbihler ve mecazlarla sözleri derinleştirir ve zenginleştiririz; cümleleri uzatıp kısaltır, eksiltip artırırız.
Şayet dil salt mantıklı olsaydı mesela “önünde sonunda” yerine “eninde sonunda” demezdik.
Karşımızdakiyle konuşurken ya da bir kitabı okurken biz de bir çevirmen gibi davranır, öncelikle söylenenleri kendi zihin dünyamıza çevirir ve anlamaya çalışırız.
Yine de pürüzsüz bir söyleme olmadığı gibi, anlama da yoktur. Her söyleme ve anlama eksiklidir, dolayısıyla da yanlış ya da aşırı anlamalara açıktır.
Bu gibi kusurların azaltılması ise kamusal bir dilin yaygınlığını ve etkinliğini gerektirir. Her ne kadar dil baskılara gelmese de, olumluluğa ve özene açıktır.
Öz Türkçeci süreç gibi, dili sıkboğaz etmeye çalışan bir devlet aklının özensizliğe dayanan yanılgısını toplumsal bir tecrübe olarak yaşadığımızdan, bunun zararlarını bilmekteyiz.
Ama bu meseleyi büsbütün bir sorumsuzluk noktasına da getirmemeli. Kamusal failler, bu konuda dili örselemeden güzelleştirme ve etkinleştirme çabasını elden bırakmamalılar.
En önemlisi de yabancı dillerin baskısına karşı dilin kendi özerkliğini koruyabilmesidir.
Özellikle de çevirilerin özensizliği ya da başka alımlama biçimlerinin yarattığı sömürge pskolojisi, dili yabancı kavramların istilasına maruz bırakmakta, dahası ise çeviriye yansıtılmayan bir kültürel özerkliğin sağlanması duyarlılığından yoksunluk, sonuçta kültürel bir keşmekeşe de yol açmakta.
Ama maalesef bu konudaki “Sorumlu merci kim ve ne yapılabilir?” sorusunun bir cevabı da yok.
Dolayısıyla da birkaç sorumlu yayınevi dışında bu konuya önem veren ve işini hakkıyla yapan bir muhatap da bulunmamakta.
Bir yönüyle habercilik anlayışımıza da sirayet eden bu kamusal dil sorunumuz, bir zamanlar TRT dilinin resmi duruşuna daraltılmış bakışları bu kez de “ne olsa gider” babında büsbütün çığırından çıkarılmış bir serbestiyete duçar kılmakta.
Tabi öncelikle bilmemiz gereken ise serbestliğin özgürlük anlamına gelmediğidir.
Özgürlüğün sorumluluğundan azade olan bir serbestlik, en olmayacak yere gökdelen dikebildiği gibi, en olmayacak haberleri en olmayacak bir biçimde sunmayı da bir marifet olarak takdim etmekte.
Dolayısıyla da kötü para iyi parayı piyasadan kovar misali, kötülük ve olumsuzluğun etkinleşmesine de yol açılabilmekte.
Mesela geçtiğimiz günlerde bir İngiliz TV kanalından nakledilen haberde, yerli televizyonlarımızda asla göremeyeceğimiz ahlaki bir örneklik verildi.
Ve bunu nakleden habercilerimiz, maalesef bundan bir ders de çıkarmadılar. Haberde, siyasal bir tartışma programında bayılan sunucudan söz edilmekteydi.
Konuya dair birkaç sahne verilse de, bu sahnelerde asla bayılan sunucu gösterilmedi. Gördüğümüz sadece katılımcıların tepkileriydi ve bu tepkiler de oldukça ölçülüydü.
Bizde olsa kamera doğrudan bayılan sunucuya ve onun etrafına üşüşenlere yöneltilirdi. Öyle ki TV kanallarındaki haber programları, neredeyse amatörler tarafından iletilen bu tür “pornografik” haberlerden ibaret.
İnsanların bu en mahrem ve kamuyla paylaşılmasını istemeyeceği anlarının oldukça yakınlaştırılarak, saygıdan ve özenden uzak bir tavırla gösterimi, sorumsuz ve haksız bir istismarcılığı habercilik haline getirmiş bulunmakta.
Habercilik adına sadece bu tür şiddet ve kötülük sahnelerini izleyenler, doğal olarak bu memlekette hiçbir olumluluğun olmadığı ve kötülüğün kol gezdiği intibaına kapılacak; öte yandan ise kötülük olağanlaş(tırıl)acaktır.
Dolayısıyla bizdeki haberciliği kötü bir habercilik eğilimi ve kolaycılığı ele geçirmiş durumda ve “haber” denilince aklımıza gelen de sadece kötülüklerden ibaret.
Bir zamanlar gazetelerin üçüncü sayfalarına münhasır olan bu tür bir habercilik, şimdilerde tüm görsel medyaya hâkim durumda. İşin kötüsü, buna müdahil olacak kamusal seslerin de yokluğu.
İnsanların hayatlarına dair en mahrem ve en çirkin mevzular üzerine bina edilmiş programlar en fazla “reyting”i/izlenilirliği olanlar.
İktidara yönelik eleştirileri cezalandırmaktan başka bir derdi olmayan RTÜK üyeleri ise, bu olumsuz anlayışı doğrulayacak bir biçimde bu tür bir habercilik ve yayıncılık karşısında suskun kalmakta.
Kaldı ki bu mesele salt RTÜK üyelerine ve medya mensuplarına havale edilemeyecek denli ciddi ve ulusal bir sorun.
Çeviri meselesinin ise bir “RTÜK”ü de yok. “Olsa ne değişirdi?” sorusunun cevabı ise ortada.
Kuşkusuz ki çeviri kolay bir mesele değil. Zira çevrilen kitaplar çoğunlukla seçkin, zor ve ciddi bir emek vermeyi gerektiren kitaplar.
Bu kitapları çevirmesi gereken şahsiyetlerin ise Türkçe kadar kaynak dile ve hatta akraba birkaç dile de hâkim ve ayrıca konuya da vakıf olması gerekir.
Akraba diller derken “Doğu”dan bir çeviride Arapça ve Farsça, “Batı”dan bir çeviride ise Yunanca ve Latince kast edilmekte.
Bu düzeydeki çevirmenlerin kıtlığı ise ortada. Ama bu özür de bir bahaneye dönüşmemeli.
Mevzuyu şu sıralarda okumuş olduğum bazı kitaplardan örneklerle somutlaştırmaya çalışayım.
Bunlardan ilki Edward Gibbon’ın “Muhammed, Doğuşu, Karakteri ve Öğretisi” adlı kitabı. Önemli bir kitap ve benzeri birçok kitap gibi muhtemelen kitabın ilk ve son çevirisi.
Daha önce benim de kısa bir redaktörlük uğraşım esnasında tanık olduğum bir hata, çevirmenin kitabın konusu olan “Muhammed”i ya da peygamberliği bilmediğini de göstermekte.
Zira peygamberlerin “mürid”i olmaz. (s. 44) Sahabeleri, havarileri, takipçileri olabilir. Ama çeviri için sözlükteki ilk terim tercih edilince böylesi bir yanlışlık da ortaya çıkabilmekte.
Daha vahim olan bir başka hata ise aslında bu oldukça önemli kitabın yegâne çevirisini büsbütün anlaşılmaz kılmakta.
Zira kitap görülebildiği kadarıyla oldukça incelikli bir çalışmanın mahsulü. Gibbon önemli bir tarihçi. Ama çeviride şöyle denmekte:
“Muhammed’in zulmü çocuklarının mirasını gasp etti ve putperestliğin liderleri dininin ve imparatorluğunun en büyük başkanları oldu.” (s. 113)
Bir biçimde ulaşabildiğim kitabın özgün metnindeki cümleden benim çıkarabildiğim anlam ise şu:
“Putperestliğin önderleri, Muhammed’in mirasını gasp ettiler ve dini kadar imparatorluğuna da egemen oldular.”
Heidegger’in “Kant ve Metafizik Problemi” başlıklı kitabının çevirisinde ise, benzeri birçok çeviride de olduğu gibi, kavramların çevrilmeksizin, kaynak dilde olduğu gibi bırakılması, anlamayı oldukça güçleştirmekte ve Türkçe bir felsefe dili oluşturmadaki gönülsüzlüğü de ele vermekte.
Beri yandan çevrilmeden geçilmiş Latince ibareler için bir dipnot bile düşülmeyerek, anlam okuyucunun ferasetine bırakılmakta.
Mesela “Kant için Şematizm, terminus a quo’dur, ama terminus ad quem değildir.”
Bu meyanda quaestio juris, quid facti, Metaphysica specialis, Saf Rekognisyon… gibi Latince ya da Yunanca ibareler, sanki okuyucunun malumuymuş gibi çevrilmeksizin ya da en azından bir dipnot düşülmeksizin kullanılıp geçilmekte.
Veya Giorgio Agamben’in “Kutsal İnsan”ındaki “bir transitus de potentia ad actum” gibi ibareler. Bunlar çeviriyi eksikli kılan ve hatta bunu okuyucuya bırakan ya da bir çeviri imkânsızlığı imasına yol açan sorunlar.
Tabi klavye sorunu nedeniyle buraya nakledemediğim Yunanca ibareler de cabası.
Faslı düşünür Taha Abdurrahman da “Bilgi Ahlaktan Ayrıldığında” adlı eserinde, tercüme sorununa değinmekte.
Taha’ya göre tercüme ya anlamın ve sözdiziminin birlikte aktarılması (tahsilî tercüme), veya lafzın değil anlamın “harfi tercümesi”, son olarak ise metnin “yerlileştirerek” tercüme edilmesidir ki en olumlu yol da budur.
Yani kaynak dildeki metnin hedef dilde ve kültürde nasıl anlaşılması gerekiyorsa o biçimiyle çevrilmesi.
Bu ise sözcüklerin ya da sözdizimlerinin biçimselliğinin yerine anlamın hedef dildeki doğru anlaşılma hassasiyetini öne çıkarır.
Dolayısıyla bu açıdan ne felsefî ne de dinî dokunulmazlığı olan kutsal bir dil, ne de yerli dilde ifade edilemeyen bir kavram söz konusudur.
Bir dilde anlaşılan metin başka bir dilde de anlaşılabilir. Bu açıdan önemli olan sözcükler yerine anlamın esas alınması ve bunun hedef dilde, o dilin özgünlüğü içerisinde ifade edilmesidir.
Ne var ki İslamî yayıncılık da henüz belli bir çeviri yordamı ve buna uygun bir kamusal dil geliştirebilmiş değil.
Arapçanın baskısı altında olan dil, giderek Batı dillerinin de baskısı altına girmekte. Kamusal dilin inşasının sorumluluğu ise salt belli kesimlere inhisar edilemez.
Bu, her şeyden önce üzerinde toplumsal bir mutabakatın sağlanması ve belli bir kültürel sorumluluğun öneminde karar kılınması gereken bir sorun.
Ama “yenileşme” veya “bilginin İslamileştirilmesi” gibi iddiaları olanların bu konularda daha da titiz davranması gerekmez mi?
Sözgelimi “Epistemolojik Bütünlük, İslami Metodolojiye Giriş” adıyla yayımlanan Fethi Hasan Melkâvî’nin kitabındaki terimler: Epistemolojik bütünlük metodolojisi, realite, reaktif, pozitif, argüman, analiz, parametre, kozmik, trend, ekol, referans, etimolojik…
Kuşkusuz bunların Türkçe karşılıkları var ama ne yazık ki bir biçimde dilimize yerleşen bu kelimeler, sanki kullanımları anlatımı güçlendirecekmiş ya da anlatımı daha da önemli veya etkili kılacakmış gibi, her kesim tarafından ısrarla kullanılmaya devam edilmekte.
Ama bir yandan yenilenmeyi, bilginin İslamileştirilmesini savunan bir bakışın öte yandan bu konularda daha titiz bir dil kullanmaması, iddiaları daha en baştan boşa düşürmekte.
Birçok kitabın ikinci baskısı yapılamadığından, bu hataların telafisi de mümkün olmuyor.
Ve hatta çoğu kez sonraki baskılar gözden bile geçirilmeksizin bu hatalarıyla birlikte piyasaya sunuluyor ve okuyucu “ne ise o”na mecbur bırakılıyor.
Ve maalesef çoğu kez metindeki kaynak dil dışındaki ifadelerin çevrilmediği bir çeviri yöntemi, kusurlu bir imalat olarak kendisini piyasaya kabullendiriyor; anılan ifadelerin çevirisi ise ya okuyucuya kalıyor ya da çevirinin yarım yamalaklığına rıza gösteriliyor.
Bu ise metnin tam olarak anlaşıl(a)maması, çevirinin tamamlanmaması ve dolayısıyla da yazarın düşüncelerinin Türkçe kültür alanında tam anlamıyla dolaşıma girmemesi gibi bir anlama gelmekte.
Bu zaafların sürdürülmesiyle ise özellikle bilim ve düşüncemiz, yabancı kültürel alanların yörüngesinde dolaşmakta.
Bunun da ötesinde bu aynı zamanda bir ticari ahlak sorunu. Çünkü üretilen ürün, hatalı ve eksik olarak üretilmiş, yapılan işte gerekli özen gösterilmemiştir.
Oysa bırakın işin kültürel sorumluluk yanını, bir tüketici hakları yasası var ve bu yasa ürettiği kitabı okuyucuya bihakkın sunması gereken yayıncılar için de geçerli.
Tabi bu çeviri sorunları sadece belli yayınevlerine has bir durum değil ve bu gibi çevrilmeyen bazı terimler dile o kadar yerleşmiş bulunmakta ki, failler tarafından bir “entelektüel” itibar ölçütü olarak da özellikle kullanılmakta.
Dilde karşılığı olmayan ya da evrensel kabul görmüş bazı terimlerin kullanılmasına hoşgörü ile bakılsa da, bu bir rıza anlamı da taşımamalı ve bir karşılık üretme çabası elden bırakılmamalı.
Ama bu terimler dildeki bir boşluğu doldurduğu ve dili işgal ettiği için, buna ihtiyaç hissedilmediğinden, yerine bir yenisi de konulamıyor.
Hem bu, çok da maliyet arz eden bir sorun da değil. Muhtaç olduğumuz sadece biraz dikkat, özen ve ilkesellik.
Bu konuda asıl özen göstermesi gereken TRT haberlerindeki geçmişteki dil hassasiyetini ise arada bul!
RTÜK ise siyasal avcılık peşinde. Hele üniversitelerde, istisnalar dışında, bırakın yüksek lisansı, doktora çalışmalarında bile öncelikle gözetilmesi gereken dil hassasiyetini, dili Türkçeleştirmeyi ve Türkçeye işlerlik kazandırmayı amaçlayan azim ve duyarlılıktan eser yok. Yazarlar ve yayıncılar birlikleri daha çok başka işlerle meşgul.
TDK’nın sesi soluğu çıkmamakta. Kültür Bakanlığı bir turizmci tarafından işgal edilmiş durumda ve herkes halinden memnun.
Cağaloğlu boşalarak yerini otellere, AVM’lere ve “kitap cafe”lere bıraktı. Kahve kelimesi ve kültürü bile Avrupa’dan dolaşarak, “cafe” olarak dilimize ve hayatımıza tebelleş oldu.
Diyanet Teşkilatı ise bu konulardaki sorumluluğunu müdrik mi, bilinmez!
Cumhurbaşkanının arada bir kulak çekme babında dile getirdiği tabelaların dili konusundaki hassasiyet ise sadece ırkçılarca, o da mülteci nefreti bağlamındaki öfke patlamalarıyla gündeme ge(tiri)lmekte…
https://www.indyturk.com/ ÜMİT AKTAŞ