İnsan, kendi tecrübeleri üzerinden kesinliğin mutlak anlamda mümkün olmadığını bilmektedir. İnsan ve yaratılış gibi devasa bir olgu ile karşı karşıya kaldığımızda bu durumu algılayacak ve idrake konu edinecek bir bilgi düzeyine erişmemiz imkânsızdır. Bu imkânsızlığı barındıran şey, insanın sahip olduğu meziyetler ve yaşama süresidir. İnsanın yaşam karşısındaki bu acziyeti metafizik anlamda dikkate aldığımızda gaybi olana karşı ise tam bir çaresizliğe dönüşecektir. Çünkü insan gaybi olanı bilemez, bırak idrake konu edinmeyi… İnsan bilmediği bir şeyi idrake konu edinemez. Gaybe dair verilen bilgiler ise ilahi karakter taşımaktadır ki ona vahiy denmektedir. Gaybe dair bilginin ise sınırlı olduğu açıktır. Bilgi düzeyinde durum bu…
Peki, varlık düzleminde mesele neye tekabül eder?
Ontoloji/varlık bilgisi zemininde ise Yaratıcı Kudret ile yaratılmış varlık arasındaki ontolojik ayrım, insanın Yaratıcı Kudret ve ulûhiyet meselesinde tam bir bilememe durumu ile karşı karşıya kalmasına neden olur. Zaten modern düşünce bu bilinememezliği aşma adına akli alanın sınırları içinde kalmaya cüret etmektedir. ‘Bilinemeyen zaten bilinemez olandır’ diyerek bilinebilir alana yönelmekte ve oradan hareketle yorum üzerinden tanım yapmaya yeltenmektedir. Kant, bunu fenomen numen ayrımı üzerinden betimlemeye çalışır. Ama daha temel bir mesele; gaybi olanın bilinemezliği ile birlikte bilgisini öğrendiği gaybi alanla ilgili idraki de hep bir zaaf taşıyacaktır. Çünkü bu bilgi ancak akli alana indirgenerek anlamlandırılabilir. Bu da bize kesinliği sunmaz!
Kesinliği sağlayacak olan bilimsel bilgi veya tecrübi bilgi tam olarak bize bir kesinliği sunar mı? Hayır! Sunduğu kesinliğin tırnak içinde süreli ve sayılı bir zemindeki kesinliği işaret eder. Oradan hareket bütünü üzerine kesin bir bilgi üretmek imkânsızdır. Benzer bir durum matematik ve mantık kuralları açısından da böyledir. Birden fazla matematik ve mantık yöntemi olduğu bilindiği gibi, herhangi bir olguyu matematik ve mantık kuralları ile sınırlandırmanın mümkün olmadığını bilmekteyiz. Benzer bir şey ilmi disiplinler içinde geçerlidir. Herhangi bir olayın, olgunun siyasal, karakteri ile toplumsal karakteri ve bireysel karakteri arasındaki fark bedihidir. İnsanın kendi içinde birden fazla bakışa sahip olması mümkün iken kendisine dönük tecrübede bile bir kesinliğe ulaşması zorlaşmaktadır.
Hikâye birazda bütünlük kavramının kendisine gelip çatmaktadır. Bütünlük meselesi bilgi meselesinde temel bir meseleye dönüşmektedir. Bütünlüğü sezgisel zemin üzerinden elde edebilir insan… Ama bu elde edilen bilgi öznel bir karaktere sahip olduğu gibi ifade ederken bu öznelliği aşamadığı için anlamada da zaaf üretmektedir. Bu da tecrübenin kişide kesinleşen boyutu bile ifadede göreli hale dönüşür.
Peki, insanlar niye bu kadar kesin konuşurlar, kesin yargılar ortaya koyarlar, kesin tavırlar sergilerler?
Bu temel bir sorudur. Cevabı farklılık arz edebilir. Bakış açısına göre ve neyi eksene aldığınız üzere farklılık arz eder. Ama daha temel bir konu ise insan tanımında saklıdır. İnsanın tanımını yapan birden fazla bakış, düşünce ve inanç kümesi söz konusudur. Bu da insan tanımını göreli kılmaktadır. İnsanın biyolojik yapısı, psikolojik yapısı, duygusal yapısı, düşünsel yapısı, iktidar yönelimi, kazanma arzusu gibi birden fazla parametre özelinde betimlenebilir. Ama her betimleme kendi içinde bir eksikliği taşımaktadır. Bu yüzden insan tanımının kesinliği oluşturulmadan bilgideki kesinliğin niçin oluşmadığı sorusu cevapsız kalır.
İslam, meseleye bir çözüm sunmaktadır. Bir insan tanımı yapmaktadır. Bu tanıma göre insan kulluğunu yerine getirmesi gereken bir varlıktır. Bu kulluğun başat unsuru boyun eğmektir. Boyun eğdiği ise kendisini Yaratan Allah’tır. Allah’a kul olan ve bunu teslimiyet ve sadakat ile perçinleyen biri, düştüğü bu yeryüzünün bir imtihan mekânı olduğu şuurunu ve inancını taşır. İşte bu imtihan meselesi aynı zamanda bir kesinliği geri planda bırakmaktadır. Her seferinde insanın önüne birden fazla seçenek çıkmaktadır ve insan bu seçeneklerden birini tercih edecektir. Tercih ettiği seçeneğin kulluğunun idamesindeki öneminin şuurunu taşıyorsa ona göre bir bilişsel süreci takip ederek doğru adımları atmaya kararlı olur. Yanılırsa ne olur? Eğer istikamet üzere ve samimi ise bunu sadakat üzere gerçekleştiriyorsa o yanılgı ona bir artı kazandırır. Bir daha aynı hataya düşmeme tecrübesine sahip olmuş olur. Ayrıca unutulmaması gereken şey, kesinlik kulluğu ortadan kaldıran ve imtihanı geçersiz kılan bir durumu işaret eder. Bu yüzden Müslüman herhangi bir olaydaki kesinliğin sınırlı ve süreli olduğunu hiç hatırından çıkarmaz. Düştüğü hatayı telafi etmenin bir imkânı olarak görür. Böylece kişi, bir günaha düştüğü zaman, o günahının farkına varır ve dönüş yapar, arınır, kulluğuna bıraktığı yerden devam eder.
Bütünlüğü idrak etmek mümkün mü? Tabi ki mümkün… İfade etmede sorun açığa çıkıyor. Ama kişi, bu zaafı/sorunu gidermede düşünce ile eylem arasındaki irtibatı sağlam kılarak ve örneklik düzeyine taşıyarak aşabilir.
İnsan imtihan olduğu bilincini süreklileştirerek kuşanmalıdır. İmtihan olduğu bilinci bir şeye yönelirken iki kere düşünmesini sağlar. Böylece hata payını sürekli tecrübe edinerek ve farkındalığını artırarak eksiltir. Yaptığı hatayı da giderecek tövbeyi geciktirmeden yaparak bıraktığı yerden devam eder. Bütünlük işte bu gerçeğin idrak edilmesine zemin sağlar. Kişi, hem yaşamın bütünlüğü üzerine, hem kendi bütünlüğü üzerine hem de Yaratıcı Kudret olan Allah ile yaratılış süreci, yaratılanlar ve yaratılmışlar içinde insanın ayrımı üzerine de bir bütünlük üzerinden düşünmelidir. Böylece kesinliğin idrakte ve imanda söz konusu olabileceğini, duyguda kesinliğin önemini kavramada yeterliliğini inşa eder, bilgideki kesin olmama halini ise duygusal itminan ile ikmal ederek yoluna, kulluğuna devam eder…
Bugünün insanının yoldan çıkışının zemini de böylece işaret edilmiş oldu…
Abdulaziz Tantik