Bazı insanlar vardır,“ İşim rast gitmedi” der, üzülür. Bazı insanlar vardır, “Allah yardım etti, işim kolay oldu” der, sevinir ve şükreder. Kimi insan da Allah’ın yaratılışta kendisine verdiği akıl, zeka ve diğer yetilerini görmemezlikten gelerek, başarısını tıpkı Karun gibi elde ettiği bilgi, beceri ve çabasına bağlar, Allah’ı unutur, kendini Allah’tan müstağni sayar. Hiç şüphesiz Allah Teâlâ adildir ve inansın inanmasın herkese emeğinin karşılığını verir, kimseye asla zulmetmez[1]. “İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır” [2], “Azmettikten sonra Allah’a tevekkül et” [3] ayetleri, bu gerçeği ifade eder. Ancak inananlara ve güzel davranışlarda bulunanlara da lütfunu esirgemez.
Bu nedenledir ki Allah’ın resulü Hz. Muhammed, savaş öncesi Medine’den kalkıp Bedir’e gitmiş, orada bazı keşifler yapıp askerî danışmanından bilgi almış; savaş stratejilerini ve taktiklerini istişare ile belirlemiş, savaş için ön hazırlıklarını eksiksiz yerine getirmiş, sonra da “Ey Kadiri Mutlak Allah’ım, Sen müminlere yardım et! Şayet onlar tamamen mahvolacak olurlarsa, Sana artık ileride ibadet edecek kim kalır?” [4] şeklinde dua edip Allah’tan yardım talep etmiştir. Allah da onun bu talebini geri çevirmemiş, ona bu savaşta gereken kolaylığı sağlayacak bazı yardımlarda bulunmuştur.
Kur’an, bu savaşla ilgili iki önemli yardımdan söz eder. Bu yardımlardan birincisi savaş öncesinde Hz. Peygamber’e rüyasında müşrikleri sayıca az; müşriklere de Müslümanları sayıca fazla göstermesi; ikincisi de, ardı ardına inecek meleklerle Müslümanları destekleyeceğini müjdelemesidir. [5] Allah Teâlâ bu yardımı ve müjdesiyle Müslümanlara moral vermiş, kalplerinin yatışmasını sağlamış; sayıca çok olan müşrik ordusunu gördüklerinde onların savaşıp savaşmama konusunda anlaşmazlığa düşmelerini önlemiştir.[6] Böylece Allah Teâlâ Müslümanların işini kolaylaştırmış, müşriklerin işini ise zorlaştırmıştır.
“Savaşmak için (Bedir’de) karşı karşıya gelen iki orduda sizin için bir ibret vardır. Bunlardan biri Allah yolunda savaşıyorken, diğeri kafirlerden oluşuyordu ve o kafirlerin gözüne Allah yolunda savaşan müminler, kendilerinin iki katı görünüyordu. İşte Allah yardımıyla dilediğini böyle destekler. Bunda büyük bir ibret vardır, fakat bunu anlayacak olanalar basiret sahibi olanlardır”[7] ayeti, Allah’ın bu yardımdan söz eder. Allah’ın yardımı bununla sınırlı değildir, zira Kur’an’da Hz. Peygamber’e ve diğer peygamberlere buna benzer veya daha farklı yardımların yapıldığına dair bilgilerin yer aldığı da görülür.
Allah Teâlâ Hz. Muhammed’e ve diğer peygamberlere yardım ettiği gibi kimi kuluna da yardım eder, fakat bu yardımı, bazı şartlara bağlar. Zira Allah Teâlâ yardımını, hak edene yapar, hak etmeyene yapmaz. “Sünnetullah” ın gereği de budur. Nitekim “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabitkadem eyler/ sizi güçlü ve dirençli kılar” [8] ayeti, bu ilkeyi açıklar.
Bir kul, Allah’a nasıl yardım eder? Bu konuda ayette bir açıklık yok. Bu nedenle müfessirler, Allah’a yardım ifadesini, Allah’ın dinine yardım olarak anlamışlar ve açıklamışlardır.[9] Bu yardımın mahiyetini ise biz, Kur’an’dan “Din”i Allah’a ait kılmak”[10] , Kur’an’ı terk etmemek[11] ve Kur’an’la cihad etmek[12] olarak algılıyor ve anlıyoruz. Zira “güç ve gayret sarf etmek, bir işi başarmak için elinden gelen bütün imkânları kullanmak” anlamlarına gelen “cehd” kökünden türeyen “cihad , İslâmî literatürde “dinî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslâm’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadele vermek” olarak tanımlanır.[13]
Bu nedenledir ki Hz. Peygamber’in, şartlara ve durumlara göre bu tanıma uygun davrandığı, her zaman ve her mekanda Kur’an’ı tebliğ ve tebyin ettiği; yeri ve zamanı geldiğinde “Hakiki mücahid, nefsine karşı cihad açan kimsedir” [14] buyurarak nefisle cihad etmeyi tavsiye ettiği; yeri ve zamanı gelince de savaştığı görülmektedir. Nitekim Bedir Savaşı ve zaferi de bunun ilk örneğidir.
Ne var ki Bedir’de görevlerini hakkıyla yaptıkları için Allah’ın yardımına mazhar olan ve zafer kazanan Müslümanlar, Uhud da aynı yardıma mazhar olamamışlardır. Uhud savaşı sonrasında nazil olan ayetler, bunu şöyle açıklamaktadır:
“Eğer Allah size yardım ederse, size kimse galip gelemez. Eğer O, yardım etmez ise, O’nun haricinde size kim yardım edebilir? O halde müminler yalnız Allah’a güvenmeli ve yalnız O’na dayanmalıdır.”[15]
“Eğer siz (Uhud’da) bir felakete uğradıysanız, unutmayın ki karşınızda olanlar da (Bedir’de) hezimete uğramışlardı. Biz iyi ve kötü günleri, zaferi ve yenilgiyi insanlar arsında döndürür dolaştırırız. Allah bunu insanlarda sebat edenleri belirlemek, sizden şehitler, gelecek nesillere örnek kişiler çıkartmak için yapmıştır. Allah zulmedenleri(görevini yerine getirmeyenleri) sevmez.”[16]
Uhud Savaşı sonrasında Müslümanların yenilgisinden söz eden bu ve benzeri diğer ayetlerde, zafer ve başarı için her türlü tedbiri aldıktan sonra Allah’a tevekkül etmenin gerekliliğine işaret edildiği;[17] O’nun yardım ettiği toplulukların yenilmeyeceği, kendi hallerine bıraktığı grupların ise zafere ulaşamayacağı belirtilmekte, başarı için kararlılık ve tevekkül ile çalışmanın lüzumuna dikkat çekildiği görülmektedir. [18]
Allah Teâlâ, savaşta yaptığı yardımların haricinde de kullarına bazı kolaylıklar sağlayarak yardım ettiğini; bazı kullarına yardım etmeyerek, işlerini zorlaştırdığını açıklamaktadır. Nitekim “Yaptığınız işler, çeşit çeşittir. Malını ihtiyaç sahiplerine veren, takva sahibi olan, en güzel sözü tasdik eden kimsenin işlerini kolaylaştırırız (kolay bir yola sokarız). Cimrilik eden, Rabbine ihtiyacı olmadığını düşünen ve en güzel sözü yalanlayan kimsenin işlerini de zorlaştırırız ( zor bir yola sokarız)”[19] ayeti bunu ifade eder. Allah Teâlâ bu ayetlerde, malını paylaşan ve yardımlaşan, takva sahibi olan ve “ hüsnâ” yı tasdik eden kişilerin işlerini kolaylaştıracağını, bu karşılık malını paylaşmayıp cimrilik eden, kendini Allah’tan müstağni sayan ve “ hüsnâ” yı da yalanlayan kimselerin de işlerini zorlaştıracağını söyler.
İslam, özü ve ruhu itibariyle paylaşmayı ve yardımlaşmayı emreden bir dindir . Bu bağlamda cömertlik teşvik edilirken, cimrilik de yerilmektedir. Bu nedenle Kur’an, cömertliği sadece yardım etmek ve paylaşmak olarak değil, aynı zamanda yapılan yardımları “isteyerek ve severek yapmak”, [20] olarak da tanımlar. Hz. Peygamber de gönülden yapılmış sadakanın önemine dikkat çeker. [21]
Takva, bilindiği gibi “korumak, korunmak ve sakınmak” denmektir. Haramlara ve kötülüklere yaklaşmamayı ve onlardan uzaklaşmayı ifade eder. “Hüsnâ/en güzel” anlamındadır ve “kelime-i tevhid, Cennet, sevap, ibadetler” şeklinde yorumlanmaktadır.[22] Yüsrâ, kolaylıktır, hayır ve doğruluk yolları demektir. Cimrilik, kişiyi mal mülk edinme hırsına sevk eden, harcamalarda bulunmaktan ve yardım etmekten alıkoyan bencil bir duygudur. Bu nedenle Allah, cimrilik edenleri sevmez”[23], fakat kendini, cimrilikten koruyan kimselerin de kurtuluşa ereceğini söyler.”[24]
Müstağni olmak, “herhangi bir şeye ihtiyacı olmama, sahip olduğu şeylerle iktifa edip insanlardan bir şey beklememe” demektir. Bu anlamda müstağni olmak, doğru olsa da, acizliğini ve güçsüzlüğünü hesaba katmadan gurur ve kibre kapılarak Allah Teâlâ başta olmak üzere insanlara muhtaç olmadığını düşünmek ise doğru değildir. Zira her insan Allah’a muhtaçtır, ama Allah ise hiçbir şeye ve hiçbir kimseye muhtaç değildir.[25] Bu nedenle Allah Teâlâ, kendine muhtaç olmadığını düşünen ve bu tavır içinde olan insana işlerinde bir kolaylık sağlamayacağını ifade eder. Zira Allah Teâlâ, kullarını “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın“[26] diyerek uyarır. Dolayısıyla bu bilgi ve bilince sahip olan Müslüman, işe başlamadan önce besmele çeker, sonra da “Rabbi yessir velâ tuassir Rabbi temmim bi’l-hayr/ Rabbim! işimi kolaylaştır zorlaştırma, Rabbim! işimi hayırla sonuçlandır” duasını okur ve işine devam eder; daha sonra da Allah’tan yaptığı çalışmaların ve duaların karşılığını bekler.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Yunus,10/44.
[2] Necm, 53 /39.
[3] Al-i İmran,3/159.
[4] Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, Ter. Salih Tuğ, İstanbul 1972, s. 60.
[5] Enfal,8/9-10.
[6] Enfal,8/43-44.
[7] Al-i İmran,3/13.
[8] Muhammed,47/7.
[9] Maverdî, en-Nüket ve’l Uyun, Beyrut 1992, 5/295.
[10] Zümer, 39/ 11.
[11] Furkan,25/30.
[12] Furkan,25/52.
[13] Ahmet Özel, Cihad, DİA, İstanbul 1993, 7/527.
[14] Tirmizi, Fezailü’l-cihad, 2.
[15] Al-i İmran,3/160.
[16] Al-i İmran,3/140.
[17] Âl-i İmrân 3/156-159.
[18] Bilgi için bkz. İlyas Çelebi, Hızlan, TDVİA İstanbul,1998, 17/419.
[19] Leyl,92/4-10.
[20] Haşr 59/9.
[21] Buhârî, “Zekât”, 11.
[22] Maverdî, en-Nüket ve’l Uyun, 6/287-288.
[23] Nisâ 4/36-37.
[24] Tegâbün,64/ 16.
[25] Fatır,35/15;Muhammed, 47/38.
[26] Haşr,59/19.
Kur’an’ı doğru anlamak, anlatmak, yaşamak ve yaşanması için emr-i bil maruf yapma konusu da dahil olmak üzere, metodolojik yaklaşımdan sıkça söz eden değerli hocamızın bu makalesini okuyunca, Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanıp cuma günleri camilerde okunan cuma hutbesini okuyorum sandım.
Kur’an’ın doğru anlaşılmasının peygamberimiz (s.a.v)’in hayatından ayrı düşünülmeyeceği gibi, klasik tefsir ilminde de ayetlerin açıklanmasında hadislerin önemli bir yer tuttuğunu da biliyoruz. Dolayısıyla sadece iman ve amel bütünlüğü içinde İslamı anlamaya çalışmak yerine “benim ahlakım Kur’an ahlakıdır” diyen peygamberimizin hayatını örnek almak ve örnek alınmasını tavsiye etmek misyonu ile yükümlü olduğunu düşünenlerin, Kur’an ve hadislerle beraber sahabelerin sözlerine de yer verdikleri ve onların örnek yaşantılarından da bahsettiklerini dinliyor ve kaleme aldıkları eserlerden okuyoruz.
Bedir savaşı ile Allah’ın kimlere niçin ve nasıl yardım ettiği Enfâl, Âl’i İmran ve Haşr surelerinde detaylı bir şekilde anlatılmaktadır.
Bu surelerdeki, yardımın melekler vasıtası ile yapılmasına yer verilen ayetlerinde yüce Allah’ın “sayı da vererek üçbin ve beşbin şeklinde rakam telaffuz ettiğini Kur’an bize bildirmektedir.
Bedir Savaşı’nda meleklerin müslümanlara yardımı Âl-i İmrân sûresinin 124-125. âyetlerinde de zikredilmiştir. Orada önce
“3000 melekle yardım edileceği, bu yetmezse 2000 melek daha gönderileceği, yardımcı melek sayısının 5000’e çıkarılacağı müjdelenmiştir. Açıklamakta olduğumuz 9. âyette ise yardıma gönderilen melek sayısı “peşi peşine gelen binlik kuvvetle” şeklinde ifade edilmiştir. Bu rakamlar arasında ilk bakışta bir uyumsuzluk var gibidir. Ancak Arapça’daki ifade özelliği veya olayın tarihî bağlamı ve konusu göz önüne alındığında bir uyumsuzluk bulunmadığı görülecektir. Araplar “birçok” yerine “bin, binlerce” kelimelerini de kullanmaktadırlar. Buna göre mâna “birçok melek ile…” demektir. Olaya tarihî tecrübe açısından bakıldığında görülecektir ki savaşlarda takviye güçleri toptan değil, ihtiyaca göre arka arkaya gönderilmekte, bu taktiğin düşman üzerindeki etkisi daha fazla olmaktadır. Allah bir şeyin olmasını murat edince onun maddî plandaki sebebini de yaratır. Her şey O’nun iradesi ve kudreti ile hâsıl olur. Sünnetullah diye de ifade edilen ilâhî âdete, kural ve kanunlara göre sonuç, kulun irade ve fiiline de bağlanmışsa bu takdirde insan üzerine düşeni yapacaktır. Bedir Savaşı’nda müslümanlar kendilerine düşeni yapmışlardır, Allah vaad ve murat ettiği için zafer kazanılacaktır. Bazılarınca bunun hem kendileri hem de yardım konusunda etkileri görülen melekler gönderilerek yapılmasının hikmeti, “zaferin müjdesi olsun ve bu sayede kalpler yatışsın, sonuç hakkında güven oluşsun” diyedir.
(Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 669-670)
Bilimsel tefsir akımını savunan akademisyenlerin genellikle bu tür ayetlere vurgu yapmaktan imtina ettikleri, çünkü melekler ruhani varlıklar olduğu için yapılan yardımının ve yardım eden meleklerin sayısının akılla izahının mümkün olmadığından olsa gerek, eleştirel ve sorgulayıcı düşünce yapısı ile bağdaştırılmadığı, bilimsel metodoloji ile de bu ve buna benzer Kur’an ayetlerinin müslümanlara anlatmasının ve izah edilmesnin de çok da kolay ve anlaşılır olmayacağı düşünülüyor olabilir..!
Hocamız bu makalesi ile bilimsel tefsir ekolüne mensup olan çevrelerin dikkatini üzerine çeker mi, çekmez mi işin o tarafını bilmesem de, kendilerinin engin hoşgörüsüne sığınarak, bu yorumumuzu eleştiri olarak görmeyeceğini umuyor, meseleye ağırlıklı olarak bu konularda “avam’ın İslam”ı penceresinden bakan bu öğrencisini maruz görmesini bekliyorum.
Sonuç yerine kaim olmak üzere meseleleri en ince detaylarına varıncaya kadar tahlil etme istidadı gösteren bir yazarımızın “kesitsel körlük” başlıklı bir yazısından kısa bir alıntı ile mümtaz bir tefsir akademisyeni olan hocamızı saygı ile selamlıyorum.
Belki de, farkına varmak, hakikati bulmak, harekete geçebilmek, başarabilmek için; henüz görmediklerimizi görmeye, duymadıklarımızı duymaya, bilmediklerimizi bilmeye, hissetmediklerimizi hissetmeye ihtiyacımız vardır.
Bunlar bizim kesitsel körlüklerimizden kaynaklanan eksiklerimiz olabilir.
Kesitsel körlük; bir halin, duygunun, ilişkinin, algının, anlayışın, düzeyin, perspektifin, sistemin, kurumun, sürecin, olgunun, asabiyenin, grubun sınırları içerisine hapsolup; dışında, ötesinde, bütününde; etkileyen veya etkilenen birşeyler olabileceği fikrine ve farkındalığına sahip olamamaktır. Yani bakışı, görüşü, ufku, inancı, kararı, tutumu ve davranışı, bu kesitte sınırlanmış, hapsolmuş olmaktır. Bu, kesiti, bütün zannedip, mutlaklaştırmaktır.
Oysaki her kesit, bir bütünün parçası/bölümüdür. Yani kesit, bütünden bağımsız düşünülemez, anlaşılamaz ve hatta varlığını sürdüremez.
Bu hakikat çerçevesinde düşünülürse, kesitsel körlük, varlık hakikatine mugayir bir durumdur ve bu körlüğe düçar olanları zor durumda bırakır.
Müslümanların bilinçlenmesi için gösterdiği çaba ve yaptığı çalışmalar için hocamıza bir kez daha teşekkür ediyor, sağlık ve mutluluk içinde ilmi çalışmalarına devam etmesini diliyorum.