Selahaddin E. Çakırgil’in kaleme aldığı ‘Bu dünya bir âlemdir, ‘Âdem’leri yutucu..’ yazısını siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz…
Ömer Tuğrul İnançer beyefendi, fâni hayat yolculuğunu tamamlayıp, ebediyet yolculuğuna çıktı. Onu, Pazartesi günü Fatih Câmii’nde ikindi sonrasında on binler uğurladılar..
İnançer, Karagümrük’de yarım asır öncelerde merhûm ‘El’Hacc Muzaffer Özak’ın renkli şahsiyetiyle yoğun bir ilgi odağı olan Pîr Nureddin Cerrahî Âsitânesi / Tekkesi’nin ‘post-nişin’i idi..
(Tekke kelimesi, Farsça’da sırtın dayandığı yerler için kullanılan ‘tekiyye /tekiyyegâh’ kelimelerinin Türkçeye geçerken aldığı şekil olup, tekke ve zâviyeler, bir bakıma, bugünün sivil toplum kuruluşlarının benzeri olup, ‘devlet’in telkın ettiği veya dayattığı inanç ve hükümler’e karşı bazı sosyal kesimlerin itiraz etmek bâbında oluşturdukları direnme ve dayanışma mekânlarıdır. 1923 sonrasında, ‘Tekke ve Zâviyeler’in, -miskinlik ve ahlâksızlık yuvası olduğu gibi ağır suçlamalarla- kapatılması’nın sebebi de, devrim histerisi ile topluma giydirilmek istenen deli gömleği’ne karşı sosyal direnme noktaları olarak görülmeleri yüzündendi.
Post-nişin ise, Farsça’da ‘post’ta oturan’ demek olup, tasavvufta bu lafzî mânâsının ötesinde ıstılahî /terminolojik mânâsı vardır ve tasavvuf dergâhlarında, tekkelerinde şeyhin vefât etmesinden sonra onun ‘post’una veya makamına oturan kişi demek olup, o tekke’in kabul ettiği inanış ve davranışların âdâbının genel çerçevesini o belirler..)
Nûreddin Tekkesi’ndeki âyinlerden birine, 45 sene öncelerde Muzaffer Özak’ın dâveti üzerine bir kez katılmıştım. Özak’ın fâni dünya hayatından ayrılmasından sonra, o dergâhın önde gelen ismi olarak Tuğrul İnançer bilinmeye başlamıştı.
Tuğrul Bey’le şahsî âşinâlığım yoktu., Ama, birçok konferanslarını kaçırmamaya çalışırdım. Sesi de, hitâbetini daha bir cerbezeli yapıyor ve dinletiyordu. Ve genelde, anlattıklarından bir kısmı konusunda zihnimde parantezler açıyor idiysem de, yazılı veya sözlü herhangi bir tenkıdim olmamıştı.
Çünkü, tasavvuf kültürü içinde ve dışında olanlar arasında farklı bakış açısı ve izahların olması tabiî idi. Tasavvufu, ağır şekilde suçlayanlar olduğu gibi, bazı tasavvufî cereyanların da kendileri gibi düşünmeyenleri ağır şekilde suçladıkları bilinmektedir. Hattâ, tasavvuf mektebleri ve tasavvufî mektebin dairesi içinde olanlar arasında bile şiddetli tartışmalar olur.
Konuya, irfan ve hikmet açısından bakanlarla; tasavvufî cereyanları, -reçeli, kavanozu dışından yalayanlar misali- anlayanlar arasında elbette farklılıklar olur.
Ancak, Allah’a, Kur’an’a inanan ve Hz. Peygamber’e bağlı ve ‘ehl-i kıble’ olanları, yanlışları olsa bile, ‘tekfir’ etmek, ‘İslâm dışında’ saymak yoktur, bizim İslâm anlayışımızda..
Asıl mesele, hakikati, bir aşk derecesinde bağlılıkla aramaya ve anlamaya çalışmaktır. Yûnus’un deyimiyle, ‘Eşidin ey yârenler, aşk, bir güneşe benzer, /Aşkı olmayan gönül, bir kara taş’e benzer..’
Herhalde, merhûm Tuğrul İnançer’i de bu anlayış çerçevesi içinde anlamak gerekir.
*
Tuğrul Bey’in cenazesinde, halkın hemen her kesiminden ve birbirini tanımayan binlerce insan vardı. Onlar kendilerine özgü bir ‘takke’leriyle fark ediliyorlardı. Şahsen, o kadar bağlılarının olduğunu bilmiyordum..
Doğrusu, bu kadar farklı kesimlerden insanların o tekke’de öğretilenlerin hepsini anlamış olabileceklerine ihtimal verilemez..
Üstelik, bu, şart da değildir.
Düşünelim ki, Ömer bin Hattâb, kız kardeşinin de Hz. Peygamber’ (S)’e bağlandığını duyunca, kızgınlıkla onu tartaklamaya gitmişti, ama, gittiğinde, okunmakta olan Kur’an âyetlerinin ruhuna nüfuz edişinden etkilenmiş ve ‘sokak kabadayısı’ olarak girdiği o evden, artık, bambaşka bir Ömer olarak, ileride derin bir hürmetle Hazret-i Ömer diye anılacak olan bir şahsiyet olarak çıkmıştı. O, o anda, ‘İslâm’ın tamamını anlamıştı’, denilemezdi elbette… Çünkü, henüz Kur’an’ın nuzûlü bile tamamlanmamıştı. Evvelki gün İnançer’in cenazesine katılan on binlerin de hepsi de aynı idrak seviyesinde değillerdi, muhakkak ki..
Sadece, onlar nihaî tercihlerini ortaya koymak gerektiğinde, ne ve nerede olduklarını böylece göstermiş olurlar. Bu bakımdan, kendi meşreblerinden olmayanları dışlamak gibi bir takım davranışlar sergileyenler olsa bile, aynı inanç potasında eriyip şekillenenlerin sağlıklı bir sosyal bünye için bir kazanç oluşturdukları- oluşturacakları gerçektir.
*
Ömer Tuğrul İnançer’in çıktığı ebediyet yolculuğunda ‘rahmet-i ilâhî’nin hemrâhı, yoldaşı olması niyazıyla..
*
Bir diğer konu..
NOT: LAİKLERİ ÇILDIRTAN SAHNELER NE Mİ?
30 Ağustos günü, haber bültenlerinden yansıyan film veya fotoğraflar, 100 yıl yakın zamandır, evet alışılmışın dışında idi.. Kur’an’lar okunuyor, başta Başkomutan Erdoğan olmak üzere, bütün komutanlar huşû içinde dinliyorlar ve dua faslı geldiğinde de, bütün askerlerin elleri duada.. Aslında bu durum asırlar boyu, böyleydi.. Ama, Kemalist-laikler bu sahneleri gericilik alâmeti olarak görüyorlar; hâlen de..
Seçimler yaklaştıkça, muhalefet liderinin bir ‘sevgi pıtırcığı’ halinde yaptığı konuşmalara aldananların, Can Ataklı isimli ve o cenahın gediklilerinden olan gazeteci kişinin 30 Ağustos’ta gördüğü sahneler karşısında, âdetâ çıldırmışçasına söyledikleri, o kesimin düşünce ve duygularının yansıtmaktadır.
O kişi, özetle şöyle diyor:
‘Bakın, kimse kızmasın, darılmasın.. Silahlı Kuvvetler’i böyle gösteremezsiniz; mümkün değil yavv!. Genelkurmay Başkanı, bütün Kuvvet Komutanları.. Yani.. Ben anlayamıyorum..
(…) Arkadaş, n’oluyor yavv!..
Şimdiii öyle, eller havada, Kur’an okunuyor..
30 Ağustos, Kur’an-ı Kerim’le kutlanıyor artık!.
Olmaaaaaz!!!
(…) Bir devlet düzeni içindeyseniz, bunu ya- pa- maz-sınız!!!
Siz bütün orduyu İslâm’ın kılıcı ve cihad ordusuna çevirdiniz..
Olur mu lan böyle bir şey!. (…)Hiç biraz sıkılmıyor musunuz?
(…) O 4 tane orgeneral.. Buralarında (omuzlarını ve göğüslerini gösteriyor) yıldızlar, madalyalar.. Ne yaptılarsa biz bilmiyoruz.. Eski Sovyet generalleri gibi..(…)’
*
Evet, uyanmak isteyenleri uyandırmak kolaydır; ama, uyanmak istemeyenleri uyandırmak mümkün değildir, onlara iyi uykular..