Biri miyop, diğeri de hipermetrop olmak üzere iki önemli göz kusurundan söz edilir; bunlardan miyobun uzağı; hipermetrobun ise yakını iyi görememe kusuru olduğu bilinir. Dolayısıyla sadece yakını iyi görüp uzağı iyi görememek veya uzağı iyi görüp yakını iyi görememek, sağlıklı bir görme değildir. Bu maddî görme kusurlarına bir de “Bakar kör” veya “Aşkın gözü kördür” sözleriyle ifade edilen manevî körlük ilave edildiğinde, körlüğün anlam boyutları daha da genişler. Kur’an’da ise maddî körlükten ziyade manevî körlük üzerinde durulur ve “Kim bu dünyada ama/ kör ise, ahirette de kördür” [1] sözüyle manevî körlüğe dikkat çekilir.
Özellikle “görme, idrak etme, bir şeyin iç yüzüne vâkıf olma, sezgi” gibi manalara gelen “ basîret” kavramının, “hakikati keşfetme, doğru yolu tanıma, gerçeği yanlıştan ayırma yeteneği” anlamlarında kullanılması, bir bakıma günümüzde sıkça tekrar edilen “öngörü” yü ve “vizyon” u da kapsar. Bilindiği gibi öngörü, “Bir işin ilerisini kestirme veya bir işin nasıl bir yol alacağını önceden anlayabilme ve ona göre davranma”; vizyon ise “geniş görüş, ileri görüş” demektir. Her ne kadar eş anlamlı olmasalar da öngörü ve vizyon kavramları, basiret kavramı ile yaklaşık anlam içeriklerine sahiptir.
Allah Teâlâ’nın ifadesiyle Kur’an “besâir/basîretler”dir. Çünkü o, gerçekleri görebilmeleri için insanlara ışık olan ve yol gösteren bir kitaptır. Dolayısıyla Kur’an’ın, küfür, nifak, hırs, kin gibi olumsuz inanç ve duygular yüzünden kalp gözü körleşmiş ve basîreti bağlanmış kimselere “körler”[2], “kalpleri olup da bununla idrak edemeyenler” [3] ve “bakar körler”[4] demiş olması; inananları basiretli, inkârcıları ise kör/basiretsiz olarak tanımlaması bu yüzdendir. “Bu Kur’an, Rabbinizden size gözünüzü-gönlünüzü açmak üzere gönderilen bir besaîrdir, hidayet ve rahmet kaynağıdır. Fakat bunu anlayacak olanlar inanan kimselerdir”[5] ayeti bunu ifade eder. Nitekim “Rabbinizden size deliller; idrak, sezgi ve kalp gözü gibi yetenekler verilmiştir. Kim bu delillerle hakikati görür ve imam ederse, kendi lehine bir iş yapmış olur. Kim de hakikate gözlerini kapatırsa zararı kendinedir. Ey Peygamber de ki: ‘Ben (zorla inandırmak için) sizin başınıza dikilmiş bir bekçi değilim”[6] ayeti de bu gerçeği açıklar.
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır’a göre “göze göre basar (görme) ne ise, kalbe göre basiret de odur. Gözlerin görmesine sebep olan ve görücü kuvvet denilen görme nûruna göz (görme duyusu) denildiği gibi; kalbin görmesine sebep olan ve dilimizde kalp gözü de denilen algılayıcı kuvvete ve özellikle bunun zekâ, anlayış ve firaset denilen, görünür ve görünmez bir işe dikkat ve nüfuz ile, gereği gibi idrak eder bir derecede açık ve parlak olması haline ‘basiret’ denilir ki, bir ilâhî nurdur. Aynı şekilde baş gözüyle hasıl olan ve görmek denilen tam ve kâmil anlayışa ‘basar’ denildiği gibi, kalp gözüyle hasıl olan tam ve kâmil idrake, gerçek ve şüphesiz bilgiye de ‘basîret’ denir. Bundan başka basîret, delil, hüccet ve burhana, şahide, dikkat ve iman ile ibret alınacak hidayet sebepleri için de söylenir”. [7]
Bu bağlamda vereceğimiz şu iki örnek, konuya daha da açıklık getirecektir: Bunlardan birisi Hz. Peygamber’in Hudeybiye Antlaşmasındaki tutum ve davranışı, diğeri de eşi Safiyye bint Huyey ile ilgili sözleridir.
Bilindiği gibi Hudeybiye Antlaşmasının şartları yazılarken müşriklerin tutum ve davranışlarında kabalık ve katılık vardı. Bu tavır, Hz. Peygamber’e sevgisini ve saygısını eksik etmeyen Müslümanlar için, onur kırıcı bir durumdu. Hele anlaşmanın ikinci maddesi, daha da yaralayıcıydı: “Mekkeli bir kimse Hz. Muhammed’in yanına kaçarsa velisinin isteği üzerine geri verilecek, fakat bir Müslüman kaçarak Mekke’ye sığınırsa iade edilmeyecek” ti.
Hz. Ömer başta olmak üzere ashap bu anlaşmaya tepki göstermekte gecikmemiş, fakat Hz. Peygamber’in bu antlaşmayı kabul edeceğini söylemesiyle birlikte bu tepkiler de gitgide azalmış ve sona ermişti. İlk bakışta Müslümanların aleyhinde gibi görünen bu antlaşmanın, daha sonra Mekke’nin fethine zemin hazırlayacak olaylara vesile olması ise Müslümanların lehine olduğunu göstermişti.
Hz. Peygamber’in itikâfta olduğu bir gün, eşi Safiyye onu ziyarete gitmişti. Hz. Peygamber eşini yolcu ederken iki sahabî ile karşılaşmış ve selâmlaşmıştı. Onlar yoluna devam ederken Hz. Peygamber, “Buraya geliniz. Bu kadın, Huyey Kızı Safiyye’dir” buyurdu. Onlar da “Ya Rasûlallah, biz böyle bir şey düşünmeyiz” dediler. Hz. Peygamber: “Şüphesiz şeytan, insanın bedeninde kanın aktığı yerde akar. Ben, şeytanın gönüllerinize bir şüphe atmasından endişe ettim” [8] diyerek, gelecekte olabilecek bir fitneyi de önlemiş oluyordu. Zira bu iki sahabîden biri “bir gün Hz. Peygamber’i bir kadınla gördüm” dediğinde; onu dinleyenlerin zihnine “ Acaba o kadın kimdi? “diye bir düşüncenin gelmeyeceğini kim garanti edebilirdi? Hz. Peygamber, “ Bu kadın Huyey Kızı Safiyye’dir” diyerek böyle bir ihtimali ortadan kaldırmış oluyordu. Bu iki örnek, Hz. Peygamber’in basiretini ve öngörüsünü gösteriyordu.
Bu nedenle Kur’an’ı rehber ve Hz. Peygamber’i örnek alan Müslümandan da basiret sahibi olması, dolayısıyla uzun vadeli çıkarlarını kısa vadeli çıkarlara feda etmemesi; gelecekte elde edeceği kazanımları düşünerek, günlük olaylara takılıp kalmaması, kötü düşünmemesi ve kötü düşündürecek davranışlarda bulunmaması beklenir. Dolayısıyla basîret sahibi Müslüman, sadece olayların görünen yüzünü değil, görünmeyen yüzünü de görmeye ve anlamaya çalışır; davranışlarını buna göre ayarlar, firaset sahibi olur. Yaşanan olaylara miyop ve hipermetrop olan bir adam gibi değil de hem yakını, hem de uzağı iyi gören bir insan gibi bakar, fotoğrafın bütünü görmeye ve anlamaya çalışır; çevresinde olup bitenlerin farkında olur. Bu nedenle Müslüman, Hz. Peygamber’in “Müminin firâsetinden sakınınız, zira o Allah’ın nuru ile bakar” [9] sözü ile “Mümin, bir delikten iki kere sokulmaz”[10] sözünün gereğini yerine getirmeye çalışır. Zira sahip olduğu basîret ona yön ve istikamet tayin eder. Dolayısıyla o, kimseyi aldatmaz ve kandırmaz; kendi bir kere aldansa da ikinci kez aldanmaz; yaptığı kötü ve çirkin işin, bir gün kendine döneceğini ve olumlu işlerine engel olabileceğini düşünür. “Keser döner, sap döner, bir gün gelir hesap döner” sözüne kulak verir.
Dolayısıyla o, “Ne ekersen onu biçersin” veya “Eden bulur” atasözlerinin bilincindedir ve bu nedenle de kimseye kötülük etmez, elinden geldiği kadar insanlara ve yakın çevresinde bulunanlara iyilik etmeye çalışır; özellikle de anne-basına iyi davranır, onları kendine ayak bağı olacağı düşüncesiyle “huzurevi” ne gitmeye mecbur etmez; bir gün kendisinin de yaşlanacağını ve evlatlarından aynı muameleyi görebileceğini düşünür. Bu nedenle o, sadece bugününe değil, yarınına/geleceğine de bakar ve gelecekte başına nelerin gelebileceğini az çok tahmin etmeye çalışır. Her an imtihan edildiği bilinciyle hareket eder, servet, şöhret ve şehvet uğruna helali bırakıp harama yönelmez; iyiyi, güzeli ve doğruyu terk edip yanlış yollara sapmaz, kısaca ahiret saadetini, dünya menfaatine feda etmez. Yüce Rabbimizin şu tavsiyesini de kendine rehber edinir:
“Bazı insanlar, ‘Ey Rabbimiz! Bize vereceğini bu dünyada ver’ derler. Bunların ahirette hiçbir nasibi yoktur. Bazıları da ‘Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada da ahirette de iyilik ve güzellikler ver, bizi cehennem azabından koru’ derler. İşte yaptıklarının karşılığını alacak olanlar, bunlardır. Allah hesabı çabuk görendir.”[11]
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] İsra,17/72.
[2] Bakara 2/18.
[3] A‘râf 7/179.
[4] A‘râf 7/197.
[5] A’raf,7/203
[6] En’am,6/104.
[7] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1936, 3/2018.
[8] Buharî, İtikâf, 11–12.
[9] Tirmizî, Tefsîr, 16.
[10] Buhârî, Edeb, 83;
[11] Bakara,2/200-202.