Yusuf YavuzYılmaz’ın kaleme aldığı “Din, Dil Zihniyet Ve Hayat” yazısını siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz…
İnancımız ve kullandığımız kavramsal sistem zihniyetimizi, hayata bakışımızı belirler. Bundan dolayı, İslam inancını benimsemiş bir müslümanın kendine özgü bir dil ve kavram haritası vardır.
Müslüman kimliğini benimsemiş ve hayatını İslami değerler çerçevesinde belirleyen insanın önüne, az ya da çok davranışlarını etkileyen, çok sayıda sorun çıkar. Bu sorunların en önemlisi, İslami değerleri kendine rehber edinmiş birinin, bu değerlerin geçerli olmadığı bir dünyada yaşamak zorunda oluşudur.
Öte yandan İslami değerlerin belirleyici olmadığı bir toplumsal düzende, hayatını İslami değerlere göre yaşamak isteyen insanlara bazı teklifler sunulur. Asıl sorun, bu tekliflerin İslami değerlerle çatışmasının yarattığı travmadır.
Hayatını yanılmaz bir kaynaktan gelen bilgilerle(vahiy) inşa eden bir mümine, modernitenin şu teklifi yapması ne kadar ahlakidir: “Bu bilgileri devlet, siyaset, ahlak, hukuk ve sanat gibi alanlarda kullanmaman gerekir; çünkü inanca ait bilgilerin bu alanlara karıştırılması laikliğe aykırıdır.” Bu sorunla karşılaşan bir Müslüman, hayatının her alanına uygulamakla yükümlü olduğu inancının pratikleri ve ahlaki ilkeler ile kendisine teklif edilen felsefi tutum arasında gerilim yaşamaması mümkün mü? Diğer önemli bir sorun da bir mümin hayatın bazı alanlarında kullanılmayacak olan dine neden inanması gerektiğidir. Çünkü din hayata anlam katan, insan davranışlarını yönlendiren anlam haritasıdır. Hiç bir müslümanın din oraya karışmamalı diyeceği ikinci bir alan yoktur. İşte bunun için doğası gereği, laiklik hayatı bölerek tanımladığı sürece, “laik müslüman” tanımlaması mantıksal tutarlılık açısından mümkün değildir.
Din, hayatı bütün halinde ele alır. Bunu en iyi anlatan kavram tevhittir. Bundan dolayı ilk İslamcı nesil, Kur’an ve Sünnete dönüşü savunurken, eskiye dönüşü değil, dini kavramların tarih içinde kazandığı ikincil anlamlarını terk ederek birincil anlama kavuşmasını murat ediyorlardı.
Şurası açık ki, Kur’an kavramlarına semantik müdahale yapmadan onları bir başka ideoloji ile uyumlaştırmak mümkün değildir.
İsmet Özel’in yerinde tespitiyle, “Düşüncesi, inancı uğruna bazı fedakarlıklara katlanan kişi bu katlandığı zorlukların parsasını toplamaya kalkıştı mı artık ne düşüncesi, ne de inancı birinci sırada değildir” (İ.Özel,Faydasız yazılar,1986)
İnancı ve düşüncesini başka bir amacı gerçekleştirmek için kullanan kişinin samimiyeti kaybolmuştur. Bu durumda şu soruyla yüzleşmemiz kaçınılmazdır: “Acaba biz üye olduğumuz partiyi, girdiğimiz cemaati, yaptığımız yardımı ileride bize bir avantaj sağlamak veya parsa toplamak amacıyla mı yapıyoruz, yoksa bir müslüman olarak o şekilde davranmakla yükümlü olduğumuz için mi?
Kullandığımız dil, hayata bakışımızı şekillendiren zihniyet dünyamızın yansımasıdır. Bu anlamda dil ile zihniyet arasında kaçınılmaz bir bağlantı vardır. Dil ile zihniyet arasındaki ilişkiyi sezen son dönemlerin seçkin alimlerden biri kuşkusuz Said Nursi’dir. Said Nursi, Türk modernleşmenin dil politikalarının masum olmadığını, arkasında bir zihniyet değişimini amaçladığını, dili dini kavramlardan arındırarak sekülerleştirmeye çalışıldığını erken dönemlerde fark etmişti. Bu yüzden Risalelerin sadeleştirilmesine karşı çıkarak zihniyetin devamlılığını sağlamaya gayret etmiştir.
Risaleler bu görevi başarılı bir şekilde yerine getirmiştir. Şimdi Nurcuların bir bölümünün Risalelerin sadeleştirmelerini karşı çıkışları ile Said Nursi’nin düşüncesi, arasında hiçbir paralellik yoktur.
Her ideolojinin, dinin, dünya görüşünün kendine özgü kavramsal sistemi vardır. Kur’an dili ve Kur’an’ın kavramsal sistemi ile ulus devlet oluşturmak mümkün değildi. Bundan dolayı Cumhuriyet modernleşmesini onaylayacak yeni bir din dili oluşturmaya gayret etmiştir. Bu amacı erken keşfeden bir diğer isim de Mehmet Akif’ti. Bu yüzden Kur’an çevirisini, amaçlanan zihniyet dünyasını gözlemleyerek reddetmişti.
Öte yandan İbrahim Kalın’ın da işaret etiği gibi, “Fakir bir dille zengin bir düşünce dünyası kuramayız. Dil ve düşünce dünyamız eş zamanlı olarak fakirleştiğinde başkalarının kavram ve tasavvur dünyasının esiri oluruz. Düşünmek bu esaretten kurtulmaktır.” ( Açık Ufuk, İbrahim Kalın, İnsan yayınları, s: 32)
Cumhuriyet modernleşmesinin en önemli meselelerinden bir din-devlet- toplum ilişkileridir. Bu konuda yapılan aşırılıklar, toplumda bellek yarılmasına yol açmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın analizi son derece yerindedir: “Din meselesi ihmal edilmeyecekti. Kanalize edilecekti. Dini, bir cenaze gömme meselesi yaptık. Türkiye müslümandır; bu hakikati unuttuk. Laikliğimizi ilan ettik; fakat laik olamadık. Gizli atelik yaptık ve en sersem, yani her şeyi tesadüfe bırakarak. Bu suretle münevver “köksüz” kaldı. Her şeyi, yerine “yenisini koymadan” zedeledik. İşte Halk Partisi’nin macerası!” (A. Hamdi Tanpınar, Günlüklerin Işığında, s. 315.)
Gelinen noktada yapılması gereken din ve hayat arasında sağlıklı bağlantılar kurabilmeyi başarabilmektir. Bu entelektüel çabanın önünde hem dinin özünden uzaklaşıp yozlaşmasına neden olan tarihi engeller, hem iktidar olan dindarların güvenilirliğini zedeleyen davranışları, hem de dinin Allah rızası dışında başka amaçlarla kullanılmasının yarattığı sorunlar bulunmaktadır.