Hak yoldan saptıran kimselere tağut denir. Bu anlamda şeytan da onun izinden gönüllü giden kimseler de tağuttur. Bu yazıda risalet öncesi, risalet dönemi ve yakın tarihten tağuti tutumlara ve o tutumları aşmaya dair taktik tutumlar içeren birkaç örnek verilecektir. Amaç, İslami çabaların “esnek imkânlarına” dikkat çekmektir.
Resulullah (s), risalet öncesi dönemde Hilfü’l-fudûl’a üye idi. Bazı Kureyş kabilelerinin, Mekke’de zulme maruz kalanlara yardım amacıyla yaptıkları Hz. Muhammed’in de katıldığı antlaşmaya dayalı bu birliktelik, Mekke’de kısmen de olsa adaletin sağlanmasında önemli bir role sahipti. Mazlumun hakkı zalimden alınıncaya kadar zalimin karşısında duruyordu. Başka bir ifadeyle mazluma hakkı iade edilinceye kadar mazlumla bir tek el gibi –yekvücut– olmayı seçmişti. Resulullah (s), İslam sonrası dönemde de öyle bir birliktelik oluşsaydı içinde yer alacağını beyan etmişti. Bu örneklik, hak ve adalet yolunda fıtratı göreli olarak diğer kâfirlerden daha az bozulmuş olanlarla Müslümanların İslam’ın ölçülerine uygun ortak faaliyetler yapabileceğini göstermektedir. Bu ortak faaliyetlerin, söz konusu kâfirlerin İslam’a eğilim göstermeleriyle sonuçlanması umulur. En kötü ihtimal, onlar şer ile değil, hayır ile uğraşmış olurlar. Bu sonuç da toplumsal fayda açısından değerlidir.
Yukarıda belirtilen perspektif doğrultusunda Mekkeli müşriklerin Müslümanlara uyguladığı boykot karşısında müşrik Haşimi oğullarının desteği ilk dönem Müslümanları tarafından reddedilmemiş aksine değerlendirilmiştir. Zaten kâfirlerin hepsini tek vücut olarak kabul etmek, Müslümanların moralini bozmaktan ve ümitsizliğe kapılmalarına yol açmaktan başka bir işe yaramaz. Aralarındaki farkları bilmek ve mubah konularda onların desteğini almak, Müslümanlara karşı birleşmelerini engelleyeceği gibi Müslümanların işlerini de kolaylaştıracaktır.
Bir de yakın dönemden örnek verecek olursak 1997 yılında Türkiye’de 28 Şubat darbesi yaşanmıştı. Türkiye, Millî Güvenlik Kurulu’nun (MGK) 9 saat süren toplantısında “28 Şubat Süreci” olarak adlandırılan kararlar alınmış, bu kararlar irticayı[1] Türkiye’nin önündeki en büyük tehlike olarak belirlemişti. MGK’da Atatürk ilke ve inkılaplarının ödünsüz uygulanması kararı verilmişti. Bir farz olan örtünmeye yasak getirilmiş, devlet kurumlarındaki örtülü memurlar başörtülerini çıkarmaya zorlanmış, direnenler görevden ihraç edilmişti. Ayrıca üniversiteler dâhil okullardaki başörtülü öğrenciler sıkıntılar yaşamış, bu sorunu aşmak için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurular yapılmış ve bu öğrencilerin bir kısmı eğitimlerini Avrupa ülkelerinde tamamlayabilmişti. Onların “Başörtülüler Suudi Arabistan’a gitsin.” şeklindeki tağuti tavır karşısında dinin gereklerinin nispeten daha rahat yaşanacağı bir yeri tercih etmeleri normaldi. 28 Şubat belası, bir açıdan da Müslümanların dünyayı daha fazla ve fiilen tanımalarına ve özgürlük mücadelelerini daha nitelikli hale getirmelerine bir vesile oldu, ufukları genişledi. “1000 yıl sürecek!” şeklindeki tağuti tutum 10 yıl sürmedi. Geç de olsa failleri yargılandı ve ağır cezalar aldılar.
Görüldüğü gibi tağuti tavır, yüce Allah’ın izin verdiği kadar etkisini sürdürebiliyor. Müslümanlar Allah’a tevekkül edip, o tavrı boşa çıkarmak ve adaleti tesis etmek için çabalarlarsa ilahî yardımı yanlarında bulacaklardır.
[1] Türkiye’de siyasi olarak geriye dönüşü, daha sonra özellikle hâkim düzeni dinî kurallara dayandırmayı amaçlayan düşünce ve eylemler için kullanılan bir terim.