Sevgi, “İnsanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu” diye tanımlanır. Bunun için de yönlendirilmesi ve geliştirilmesi gereken bir duygudur. Bu yönlendirme sayesinde Allah sevgisi, anne-baba sevgisi, eş ve çocuk sevgisi, vatan ve millet sevgisi vs. gibi farklı sevgi türleri ve tezahürleri oluşur. Dolayısıyla sevgi, hissedilir, yaşanır; kazanılır ve paylaşılır. Bir anlamda sevgi, yakınlıktır, dostluktur, vefadır, anneliktir, babalıktır, şefkattir ve merhamettir.
Sevgiyi belirleyen unsurlar içinde ödülün ayrı bir yeri ve değeri vardır. Zira insan, değer verdiği ödülleri kendisine veren kişileri daha çok sevme eğilimindedir. Bu nedenle selam, konuşma ve hediye, sevgiyi artıran unsurlar arasında yer alır. İşin aslına bakılırsa en güçlü ve en değerli ödül, bizzat sevginin kendisidir. Bu sebeple her insan, kendini sevenleri sever. Bu olgudur ki Yunus’a, “Sevelim, sevilelim” sözünü söyletmiştir.
Sevgiyi belirleyen bir diğer unsur da düşünce uygunluğudur. Her insan kendisiyle aynı fikir ve düşüncede olan kişileri daha çok sevme temayülündedir. Dolayısıyla bir toplumda fikir ve düşünce birliğinin olması, değer yargılarının ve tutkularının birbirine yakınlık arz etmesi, sevgiyi belirleyen unsurlar arasında yer alır. Dolayısıyla gerçek “sevgide yargı yoktur, yargı varsa orada sevgi yoktur”. Bu nedenle sevenler, birbirlerini yargılamazlar. Siz bir annenin yavrusunu yargıladığını gördünüz mü?
Çünkü onun sevgisi “eğer” sevgisi değildir. Onun sevgisi “çünkü” sevgisi de değildir. Onun sevgisi, “rağmen” sevgisidir. Bu Japon yazarına Masumi Toyotome’ye ait bir ayırımdır. O, “eğer şunu yaparsan seni severim veya seni seviyorum, çünkü sana ihtiyacım var”, türü sevgi çeşitlerinin gerçekte sevgi olmadığını, bunların bir çıkar ilişkisine dayandığını söyler. Gerçek sevgiyi, “rağmen” türü sevginin temsil ettiğini anlatır. Bir annenin veya babanın sevgisi, “rağmen” sevgisinden başka bir şey değildir. Zira her şeye rağmen anne ve baba evladını sever. Çünkü anne, yavrusunu, dokuz ay 10 gün karnında taşımıştır. Hasta olduğunda başucunda beklemiş, elinden geleni yapmış, ona dua etmiştir. Yıllarca değişik nedenlerle onun için gözyaşı dökmüş, çok geceler onun için kaygılanıp uykusuz kalmıştır. Oyuncaklarını toplamış, yemeğini pişirmiş, elbiselerini yıkamış ve ütülemiştir. Aylar ya da yıllarca onu emzirmiştir. Bütün bunlar, gerçek sevginin göstergeleridir. Bütün bunlar bedelsizdir ve gerçek sevgide bedel yoktur. Zira bedel, sahte sevgilerde ve geçici heveslerde olur. Onun da ömrü kısadır.
Eğer insan, şu kısacık ömründe huzurlu olmak istiyorsa, işe önce kendini tanımak ve sevmekle başlamalıdır. Kendini tanıyan ve seven insan, kendi ile barışık olan ve başkalarını da seven insandır. Fakat kendini sevmeyi “narsist”liğe, başkalarını sevmeyi de “aşk”a dönüştürmemek de gerekir. Zira sevgide normallik, aşkta aşırılık vardır. Çünkü “aşk” zirvedir, sevgi ise zirveye giden yolun başlangıcı. Zirveden daha ilerisi yoktur, oradan geriye dönüş vardır. Sevgi ise zirveye çıkan yolunun başlangıcında bulunur ve zirveye çıkma potansiyeline sahiptir. Bu nedenle sevgide aşırılığa kaçmamak ve ondaki mutedilliği korumak gerekir. Çünkü huzuru sağlayan sevgi türü budur. Nitekim Hz. Peygamber’in “Sevdiğin kimseyi ölçülü sev; olur ki bir gün o, senin sevmediğin kimse oluverir. Buna mukabil, buğzettiğin kimseye de ölçülü buğzet; olur ki bir gün o, senin sevdiğin kimse oluverir”[1] sözü bu gerçeğin bir ifadesidir.
Sadece sevmek de yeterli değildir; aynı zamanda insan, sevgisini sevdiklerine hissettirmeli ve yansıtmalıdır. Zira hayat, çok kısadır ve bu kısa hayat içinde sevgimizi, Allah’a, anne- babamıza, kardeşlerimize, eşimize, çocuklarımıza, arkadaşlarımıza, insanlara ve hatta bütün canlılara göstermemiz gerekir. Allah bakidir ve O’na olan sevgimizi ifade edecek davranışlarda bulunmak da kulluk görevimizdir, ama O’nun kulları fanîdir. Kullarından her biri, bir bakarsın bugün var yarın yoktur. Sevgimizi onlara göstermek ve hissettirmek için onların bu hayattan kopmalarını ve aramızdan ayrılmalarını beklemek mi gerekiyor? Zira yarın çok geç olabilir. İnsan, elinde olanın kıymetini, elinde iken bilmelidir. Elden çıktıktan sonra onun kıymetini bilmek, ne işe yarayacaktır? Bu çok geç kalınmış bir itiraf olmayacak mıdır?
“Sağlığında nice ehl-i hünerin,
Bir tutam tuz bile yoktur aşına,
Öldürüp evvel onu açlıktan,
Sonra bir türbe dikerler başına” diyen Ferit Kam’ın hicvettiği de bu davranış değil midir? Hayatta iken anne ve babamıza, eşimize, dostumuza, kardeşlerimize, arkadaşımıza sevdiğimiz söylemek, değer verdiğimizi söz ve davranışlarımızla göstermek ve hissettirmek çok mu zor?
Bu nedenledir ki Hz. Peygamber, “Sevdiklerinize sevdiğinizi söyleyin!”[2] buyurmuştur.
Allah Teâlâ, da bazı kullarını sevdiğini, bazı kullarını da sevmediğini söylüyor. Nitekim O, Kur’an’da muhsinleri/güzel davranan ve güzel iş yapanları, tövbe edenleri, sorumluluklarını yerine getirenleri, sabredenleri, tevekkül edenleri/O’na dayanıp güvenenleri, adil olanları, Allah yolunda cihat edenleri sevdiğini; buna karşılık israf edenleri, haddi aşanları, müstekbirleri/ büyüklük taslayanları, şımaranları, hakikati görmezden gelmede ısrarcı olanları, kendini beğenip övünenleri, zalimleri, hainleri ve bozguncuları sevmediğini ifade ediyor ve bize de bir mesaj veriyor. Verilen bu mesajdan anlıyoruz ki, Allah Teâlâ, “sırât-ı müstekîm”de olan ve salih amel işleyen erdemli kullarını seviyor, fakat yanlış iş yapan ve düzgün davranışlarda bulunmayan erdem yoksunu kullarını da sevmiyor. Dolayısıyla sevilmek için sevgiyi kazanmak ve hak etmek gerekiyor.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Tirmizî, Birr,60.
[2] Ebu Davut, Edeb, 12.