Anılar, gelecek nesillere aktarılan en değerli kültür hazinelerimiz arasında yer alır. Zira sürekli değişim ve dönüşümün yaşandığı günümüz dünyasında gençlerimiz, bir önceki neslin yaşadıklarını yaşamıyor, bilakis yenilenen ve gelişen hayat şartlarına göre hayatlarını yaşıyor ve yaşamak istiyor. Bu genç nesil, şayet geçmişle ilgili bir şeyler duymamış, ya da okumamış ise maziyi bilmiyor ve yaşadığı hayatın bir benzerinin geçmişte de yaşandığını zannediyor.
II. Cihan Savaşı sırasında ve sonrasında dünyaya gelen nesil ise tarımdan sanayiye ve bilişim teknolojisine geçiş serüvenlerini yaşayan bir nesle mensuptur ve mazi ile gelecek arasında köprü olma gibi bir misyona da sahiptir. Zira bu nesil, yaşadığı süre içinde çarıktan ayakkabıya; kağnıdan kamyona, otomobile, uçağa ve hızlı trene; elle yazmaktan teksir makinasına; daktilodan bilgisayara; radyodan televizyona ulaşan ve bunların hepsinin kullanıldığını gören bir nesildir. Bu nesil, bir zamanlar evlerine telefon almak için sıraya girer evinin bulunduğu mekâna göre sırası değişse de en az beş-altı yıl, hatta daha fazla beklerdi. Plastikleri çıkmadan önce tuvaletlerinde takunya kullanırdı. Gömleklerin yakalarını kolalar ve ütülerdi. İlkokula giden çocuklar, ABD yardımı süt tozundan mamul süt içerdi. Bu kuşağın insanları, tarım toplumunun zor ve meşakkatli hayat şartlarından kurtularak sanayi toplumuna geçmeyi ve bu sayede daha müreffeh bir hayat tarzı yaşamayı arzu ettikleri için, teknik eğitime önem verir, teknik elemanları el üstünde tutarlardı. Bu nedenle tıp ve mühendislik gözde eğitim kurumlarıydı. Hukuk da buna dahildi.
Fakat bu nesil, aynı zamanda Ahmet Hamdi Akseki’nin ifadesiyle “memleketin birçok yerinde hakiki ve münevver din adamı bulmak şöyle dursun, camilerinde mihraba geçerek halka namaz kıldıracak, minbere çıkıp hutbe okuyacak bir imam ve hatibi” bulunmayan bir nesildi. Bu ihtiyacı karşılamak üzere bu nesilden önemli bir kesim, İslam’ı öğrenip öğretecek, dinî konularda toplumu bilgilendirecek, amatör bir ruhla, taraf tutmadan bir hakem gibi davranacak, doğruların ve hakkın yanında olacak yeni bir neslin olmasını arzu etti, çalıştı çabaladı, nihayetinde böyle bir neslin ortaya çıkmasını sağladı.
Bu nesle mensup biri olarak İstanbul İmam-Hatip Okulu’nu bitirdiğim 1967 yılında, diplomamın tasdik edilmiş bir kaç suretini almak için notere gitmiştim. Noter kâtibi, aralarına karbon kağıdı koyduğu birkaç beyaz kağıdı daktiloya takarak diplomamda yer alan bilgileri yazmış, gerekli işlemleri yaptıktan sonra da imza için notere vermişti. Ben de diplomamı ve imzalanan nüshaları almak için noterin yanına vardığımda noter, bir diplomama bir de bana baktı, sonra da bana, “Bütün bu dersleri sen mi okudun? İmam-hatip okulunda bütün bu dersler okunuyor mu?” demiş ve derslerin adlarını tek tek sayarak “Tam yirmi dört tane” diye de ilave etmişti. Ben de “Evet bütün bu dersleri okudum. Burada yazılı dersler üç yılda okuduğumuz dersler. Burada yazılı dersler sadece imam-hatip okulunda okuduğumuz derslerin yarısı. Bir de birinci devrede okuduğumuz dersler var. Onların sayısı da en az bu kadar, hatta daha fazla” demiş ve hatırlaya bildiklerimin adlarını saymaya başlamıştım. Noter hem diplomada gördüklerine hem de benim söylediklerime çok şaşırmış, bu şaşkınlığını jest ve mimikleriyle de göstermeye çalışmıştı.
İmam-hatip okulu ikinci devre diplomamda şu dersler yer alıyordu:
“Kur’an’ı Kerim ve Tilâvet, Arapça, Tefsir, Kelâm, Fıkıh, Dinler Tarihi, İslâm Tarihi, Hadis, Psikoloji, Sosyoloji ve Din Sosyolojisi, Felsefe ve İslâm Felsefesi, İslâm ve Türk Sanatları, Türk Dil ve Edebiyatı, Tarih, Coğrafya, Fizik, Kimya, Biyoloji ve Sağlık Bilgisi, Matematik (Geometri-Cebir), Kozmoğrafya, Beden Eğitimi, Farsça, Yabancı Dil, Milli Savunma”. Üç yılda toplam yirmi dört ders okumuştuk.
Dört yıllık birinci devrede okuduğumuz dersler ise şunlardı: “Kur’an-ı Kerim (Arapça), Kur’an-ı Kerim(Türkçe) Arapça, Akaid, Din Dersi, Siyer ve İslam Ahlakı, Tefsir ve Usulü, Hadis ve Usulü, Fıkıh ve Usulü, Kelam, Türk İslam Sanatları Tarihi, Türkçe Hitabet, Türkçe, Yazı (El Yazısı), Psikoloji ve Din Psikolojisi, Tarih, Coğrafya, Yurt Bilgisi, Kanun Bilgisi, Matematik, Fizik, Kimya, Tabiat Bilgisi, Sağlık Bilgisi, Yabancı Dil (Al.Fr.İng.) Beden Eğitimi, Resim-İş, Müzik”.
Dört yılda toplam yirmi yedi ders okumuştuk. üç yıl okuduğumuz ikinci devre ile birlikte okuduğumuz derslerin toplam sayısı elli bire ulaşıyordu. Bu derslerden nerdeyse yarıya yakını meslek, diğerleri de kültür dersleriydi. Bu ayırım, resmi bir ayırım değildi. Öğrenciler tarafından yapılan bir ayırımdı.[1]
Bu anımı bir vesile ile okuduğumda, rahmetli Celal Ökten Hoca’yı, Ali Rıza Sağman Hocamı ve Mahir İz Hocamı rahmetle andım ve onların bu konudaki düşüncelerini hatırladım.
İmam-hatip okullarındaki bu uygulama, Celal Ökten Hoca’nın “İçinde bulunduğumuz çağ, yalnızca şer’î ilimlerin okutulup onunla yetinilecek bir çağ değildir. Zamanımız insanını tatmin etmek için müspet ilimlerin de beraber okutulması zarureti vardır. Her ne kadar kötü niyetli bazı kimseler tarafından din-i mübin-i İslâm’ın ilme verdiği kıymet baltalanmak istense de, şer’î ilimlerle müspet ilimler birbiriyle geçinmez gibi gösterilse de, hattı zatında durum böyle değildir. İlim ilim olmak itibariyle birdir. İlimler ilim olması bakımından hiçbir zaman birbiriyle taarruz halinde olamaz. Devamlı biri diğerini teyid ve te’kid eder. Bugün şer’î ilimler okutulduğu takdirde geri kalacağımızdan endişe edilmektedir. Aksine bu ilimler geri kalmayı değil, devamlı surette ilerlemeyi teşvik eden ilimlerdir. Bunların birbirini desteklediğini ancak ve ancak bu iki ilmin (şer’î ve müspet ilim) beraberce okutulduğu müesseselerin kurulması ispat edecektir”[2] görüşüne uygun bir gelişim göstermişti.
Değerli hocam Mahir İz’in “Naslardan ayrılmayarak zamana göre bir buluş, yeni bir görüş sahibi olan yani bir tahlil terkip yapabilen, ilmi ve mantığı, intikadı bütün vuzuh ve delailiyle ortaya koyan, dinin kavai-i umumiye dedikleri esaslarına dayanarak zamanın seyrini yakından takip edebilen ve dinin hiçbir terakkiye mani olmadığını delilleriyle ilim adamlarının önüne koyan başka İslam memleketlerinde yetişmiş ve eser vermiş mütefekkirler ayarında din alimlerimize büyük ihtiyacımız vardır” [3] görüşü de Celal Hoca’nın bu düşüncesiyle paralellik arz ediyordu.
1960’ lı yılarda İstanbul İmam-Hatip Okulunda öğretmenlik yapan hocam Ali Rıza Sağman ise 1950 yılında yayınladığı “Din adamları Nasıl Yetiştirilmeli?” isimli kitabında şu görüşlere yer veriyordu.
“İnsan mürekkep ve iki yanlı bir mefhumdur. Tabii bakımından ruh ile bedenden mürekkep olduğu gibi hayati bakımından da bir yanında ilim, ifan ve iz’an diğer yanında din, iman ve vicdan tutan bir varlıktır. İnsanı bu yanlarından ayırdınız mı yarımlaşır. Binaenaleyh dini, imanı ve vicdanı olup da irfan ve iz’anı olmayan yarım insan olduğu gibi; ilmi, irfanı ve iz’anı bol bol bulunup da dini, imanı ve vicdanı bulunmayan daha yarım, hatta bütün bütüne boştur. Bugünkü cemiyetin ihtiyacı boşa ve yarıma değil, doluya ve bütünedir”. [4]
Öyle anlaşılıyor ki görüşlerini naklettiğim bu değerli bilim insanları, Türk toplumunun dini bilimle çatıştıracak din adamlarına değil, uzlaştıracak din adamlarına ihtiyacı olduğu düşüncesindeydiler. Bu ihtiyacın Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında da hissedildiği görülüyor. Nitekim Tevhid-i Tedrisat kanunu gereği açılan imam-hatip mekteplerinin açılışı ile ilgili talimatnamenin 2. maddesinde zikredilen çizelgede yer alan ders çeşitleri ve sayıları da bunu gösteriyor. Nitekim bu çizelgede yer alan dinî ilimlerin yanında Coğrafya, Hesap, Hendese, Hayvanat, Nebatat, Ruhiyat, Türkçe, Tabakat, Fizik, Kimya, Malumat-ı Hıfzıssıhha, Yazı, Terbiye-i Bedeniye, Türk Edebiyat, Tarih gibi genel kültür ve pozitif bilimlere ilişkin derslere yer verilmesi bunu ifade ediyor. [5]
Hasan Âli Yücel’in de 1952 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığı bir yazıda, bizdeki din adamlarının bilime yan baktıklarından, dünyayı idare eden sosyal ve ekonomik kanunları hiçe saymalarından; buna karşılık bilim adamlarının da pozitif metotlar karşısında manevi bir takım etkenlerin varlığından habersiz oluşlarından şikayet etmiş olması da bu sosyal gerçekliği yansıtıyor.[6]
Anılar, işte böyle bir şey. İnsanı alıp maziye götürüyor, yaşananları ve söylenenleri hatırlatıyor, dolayısıyla genç nesillere de ufuk açıcı bilgiler sunuyor.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Celal Kırca, Din Eğitimimiz Sorunlar-Düşünceler, İstanbul 2020,s.30-32.
[2] S. Eren Celal Hocanın Büyük Rüyası: İmam-Hatipler, Yeni Dünya Dergisi, 2011, 19 (217),10-13.
[3] Mahir İz, Din Alimi Din Adamı. İslam Medeniyeti Dergisi, İstanbul 1867,2 /8.
[4] Ali Rıza Sağman, Din Adamları Nasıl Yetiştirilmeli? İstanbul 1950, s.6.
[5] Geniş bilgi için bkz. Adem Korukçu, İmam Hatip Liseleri, Editörler: Recai Doğan, Remziye Ege , Din Eğitimi El Kitabı, Ankara 2012 s.181-213.
[6] Beyza Bilgin, Türkiye’de Din Eğitim ve Liselerde Din Dersi. Ankara 1980, s.61.