islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4768
EURO
36,3253
ALTIN
2.957,23
BIST
9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
9°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

DİNÎ YORUMLARDA BAĞLAYICILIK SORUNU

DİNÎ YORUMLARDA BAĞLAYICILIK SORUNU
19 Kasım 2022 10:32
A+
A-

Kur’ân’ın kendisine özgü  bir dil  yapısı ve üslubu mevcuttur. Lafızların seçilişi,   dizilişi ve seçilmiş lafızlarla anlamların  aktarılış biçimi, Kur’ân’ın eşsizliğini/ hem îcazını, hem de i’câzını ortaya koyar. Çünkü o, kaynağı itibariyle Allah’ın sözüdür ve her yönüyle mükemmellik taşır. İslâm hukukçularının ifadesiyle sübûtunun kat’iliğinde (tevatür yolu ile bize kadar ulaşmasında) asla şüphe yoktur. Ancak bazı lafızların  manaya delaletindeki kesinlik, sübutundaki kesinlik kadar açık ve net değildir. Bu sebepledir ki ulema, Kur’ân lafızlarının manaya delaletini, “delâleti kat’î ve delâleti zannî diye iki kısma ayırmışlardır.

Bu yapısı ve üslûbundan dolayıdır ki insanlar,  Kur’anî kavramları anlama ve kavramada farklılık göstermişlerdir. Zira insanların fıtrî yapısı, olaylara bakış açısı, kişisel eğilimleri ve  bilgi birikimleri  aynı değildir. Bu sebeple Kur’ân lafızlarındaki muhtevanın algılanması, anlaşılması ve aktarılması  da aynı  değildir. Bu durum, insanın kapasitesinden, bilgi birikiminden, yeterli donanıma sahip olup olmamasından   kaynaklandığı kadar, Kur’ân’ın yapısından  ve üslubundan da kaynaklanmaktadır.

Bunun içindir ki Allah Teâlâ, Peygamberine mesajlarını ulaştırma/tebliğ görevinin yanında o mesajlardan bazılarının içeriğini açıklama/tebyin görevini de yüklemiştir.[1] Hz. Peygamber de   kendisine  verilen  bu görevi lakıyla  yerine getirmiştir.  Dolayısıyla Hz. Peygamber’e verilen bu görev,  aynı zamanda yorumun gerekli olduğunu da göstermektedir. Ancak Hz. Pey­gamber’in tebyininde,  diğer yorumlardan farklı olarak fonksiyonel bir üstünlük ve ayrıca­lık söz konusudur. Bu fonksiyonel üstünlük ve ayrıcalık ise yaptığı yo­rumların/ tebyinin bağlayıcı olmasındandır. Zira  onun bu tebyini, tıpkı tebliğ gibi, peygamberlik fonksiyonları arasında yer alır.    Daha açık bir ifade ile Hz. Peygamber’in tebliğini kabul edip de tebyinini kabul etmemek, peygamberlik fonksiyonlarından birini kabul edip, diğerini kabul etmemek anlamını taşır. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in bir de beşerîlik yönünü mevcuttur ve bu husus  da  asla  gözden ırak tutulmamalıdır.

Bu nedenle Hz Peygamber’in konumunun iyi analiz edilmesi gerekmektedir.  Bu analizin  de  en doğru  yolu, “kelim-i şehadet” üzerinden yapılmasıdır.  Bilindiği gibi kelime-i şehadetin iki temel esası vardır. Birincisi, Allah’tan başka ilah olmadığına inanmak, ikincisi ise Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve resulü olduğunu  onaylamaktır. Hz. Peygamber’in   diğer insanlardan tek farkı, kendisine vahiy gelmiş olması, yani “resul” oluşudur. Nitekim “ Ben de sizin gibi bir beşerim ne var ki  bana  Tanrınızın tek  tanrı olduğu vahyolunmuştur[2] ayeti, bunu açıkça  ifade etmektedir.

Dolayısıyla Hz. Muhammed, beşer olan bir resuldür. Bunun da anlamı, onun hem bir beşer, hem de  bir  resul olarak  söylediği sözler ve yaptığı işler  var, demektir. O, “resul Muhammed”  olarak  kendisine  vahy edileni önce tebliğ  sonra  da tebyin  etmiştir. Bu nedenle Kur’an, kural ve ilkeleri kısaca normları; sünnet ise formları belirlemektedir. Zira dinî konularda form belirleme yetkisi, Hz. Peygamber’e aittir. Bu misyonu sebebiyledir ki Hz. Peygamber, Kur’an’ın tamamını olmasa da  bir  kısmını, özellikle iman, ibadet, ahlakla ilgili  bazı ayetleri  açıklamış, uygulamış  ve  uygulamalarıyla da ümmetine örnek olmuştur. Bu nedenle Hz. Peygamber’in yaptığı  açıklamalar ve uygulamalar, inananlar için bağlayıcı bir nitelik arz eder.  Nasıl ki  hukukta  hakimlerin kararları bağlayıcı ise, “Din” de de Hz. Peygamber’in  Peygamberlik görevi gereği yaptığı açıklamalar  ve uygulamalar da  hakimin kararı gibi  bağlayıcıdır.[3]

Hz. Muhammed,  aynı zamanda beşerî vasıfları olan da bir peygamberdir. Nitekim  onun yemesi, içmesi, oturması, kalkması, konuşması  da  her beşer gibi  tabii ve fıtrîdir.  O bir peygamberdir, ama aynı zamanda bir babadır, kocadır, amcadır, hakimdir, devlet başkanıdır, komutandır, kısaca yerine göre yasama, yerine göre yürütme, yerine  göre  yargı erkini elinde bulunduran kişidir. Bir başka ifade ile Hz. Peygamber, yukarda saydığımız bütün bu sıfatların ve erklerin kendisinde birleştiği tek kişidir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in peygamberlik kimliği ile tebliğ ettiği ayetlerin dışında söylediği sözler veya yaptığı işler;  kendi   iradesi  ile söylediği ve yaptığı işlerdir, yani kendi içtihatlarıdır.[4]

Bu nedenle Hz. Peygamber’in bu konumu iyi  analiz edilip  anlaşıldığında rivayetlerdeki tartışmaların da büyük oranda sona ereceği  görülecektir. Bunun tespiti ise çok zor değildir. Zira Kur’an’da  yer alan  “Onlarla istişare et”[5] ayeti ile,  Hz. Peygamber’den yapılan  bazı rivayetlerdeki muhteva bize  bu konuda yol gösterici olacaktır. Bu  ayet, Hz. Peygamber’e  “kul Muhammed” olarak ashabıyla bazı işlerde istişare etmesini emretmektedir. Ancak Hz. Peygamber’in, “resul Muhammed” olarak insanlarla istişare etmesi,  bizzat   “resul” olgusuna  ters bir durumdur. Zira resul olma, istişareyi değil; ilahî  mesajları insanlara istişare  etmeden  doğrudan tebliğ  ve tebyin etmeyi gerekli kılar. Şayet Hz. Peygamber’in “resul Muhammed” olarak yaptığı bir hata söz konusu  olmuş ise, o hatanın da  vahiy ile düzeltildiği bilinmektedir.  Bedir Savaşı’nda alınan esirler ile ilgili olarak verdiği hüküm, buna bir örnektir. Ama “kul  Muhammed” olarak söyledikleri ve yaptıkları  böyle değildir. Zira “kul Muhammed” olmada istişare etme, düşünme ve araştırma vardır.  Nitekim, Bedir Savaşı öncesi ordunun karargahı konusunda askeri danışmanının tavsiyesine  uyarak kendi görüşünden  vaz geçmesi, Uhud Savaşının yeri konusunda   ashabıyla  istişare etmesi,  Selman-i Farisi’nin görüşüne  uyararak Medine’nin etrafına hendek kazdırması, hurma aşılama  konusunda Dünya işlerini siz benden daha iyi bilirsiniz”[6] demiş olması gibi örnekler, Hz. Peygamberin  kul Muhammed olarak istişare ettiği alanları göstermesi açısından  önem arz etmektedir.

Hurma aşılama konusunda Hz. Peygamber’in,  “Bu onlara bir fayda veriyorsa   bunu yapsınlar. Ben sadece bir zannımı ( kanaatimi)  ifade ettim, beni zannımdan dolayı kınamayın. Ancak size Allah adına konuştuğumda onu alınız, zira ben O’na asla yalan isnat etmem[7] sözü ile  yargı  konusundaki, “Ben ancak bir beşerim. Bana iki davalı geldiğinde onlardan biri diğerinden daha iyi davasını savunabilir ve Ben de buna bakarak onun haklı olduğunu zanneder ve buna göre hüküm verebilirim. Şu halde kime kardeşinin hakkından bir şey vermişsem, sakın onu almasın. Zira ona verdiğim ateş parçasından başka bir şey değildir.” [8]  sözü, “kul  Muhammed” ile “resul Muhammed” arasındaki ayırımı açıkça ifade etmektedir.  Ayrıca  Hz. Peygamber’in, Müslüman olup olmadığı  kesin olarak bilinmeyen Hâris b. Kelede’nin hekimliğine güvendiği, hastalanan sahâbîlere  tavsiye ettiği, Vedâ Haccı sırasında kalbinden rahatsızlanan Sa‘d b. Ebi Vakkās’ı ziyarete gittiğinde bizzat kendisinin Hâris b. Kelede’yi çağırtarak O’nu tedavi ettirdiği bilinmektedir.[9]  Bu da “kul Muhammed” olarak gösterdiği bir davranıştır.

Hz. Peygamber’in dışında ki insanların dinî metinlerle ilgili yaptıkları yorumların ve buna bağlı uygulamaların ise,  “sünnet” gibi bağlayıcı bir niteliği bulunmamakta; sadece söz konusu  görüşü  benimseyenleri ve  tercih edenleri bağlamaktadır. O da kabul ettikleri sürece bağlayıcı olmaktadır. Zira Hz. Peygamber’in haricindeki insanların görevi, norm ve form koymak değil, Kur’an’ı ve sünneti anlamak ve insanların anlayabilecekleri bir seviyede ve üslupta açıklamaktır. Bu açıklamalar ise, mutlak doğrular değil, “din”e uygun olduğu kabul edilen izafî doğrulardır. İzafî doğrular ise, “din” den olan veya dine ait olan değil, dine uygunluğu var sayılandır. Bu nedenle insanlara ait anlamaların ve açıklamaların, genel bir bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Nitekim her mezhebin görüşü, sadece kendi müntesiplerini  bağlamakta, diğer mezhep mensuplarını -tercihe bağlı bazı özel durumlar hariç-  bağlamamaktadır.

Bu da gösteriyor ki düşünce farklılıkları ve yorumlar,   Müslümanlar için bir rahmettir. Zira  bu durum, ”içtihat” ve “tecdit” kapılarını açık tutarak  uygulamalarda  kolaylık sağlamakta, toplumların ilerlemesine ve gelişmesine önemli katkılar sunmaktadır. Daha  da önemlisi hakikat arayışlarının ve  fikrî gelişmelerin zemini oluşturmakta ve düşünce alanlarına yeni ufuklar açmaktadır.  Bunun da tek şartı düşünce  ve yorum farklılıklarını tefrikaya araç yapmamaktır. Ne var ki hayata yansıtılması itibariyle “epistemik cemaat” kültürüne sahip bazı kişilerin, düşünce ve  yorum farklılıklarını tefrikaya araç yaptıkları; kendileri gibi düşünmeyenleri dışladıkları, itibarsızlaştırdıkları, hatta  tekfir ettikleri  görülmektedir.  Bu nedenle  feraset ve sırat-ı müştekim  sahibi Müslümanlar olarak bize düşen görev, birlik ve beraberliğimizi bozacak  bu tür  söz ve davranışlardan mümkün olduğu ölçüde kaçınmak; kendi düşüncelerimizi ve  dinî yorumlarımızı tek doğru olarak görmemek, farkı düşüncelerin de bakış açılarına göre  doğru olabileceği ihtimalini gözden ırak tutmamaktır.

[1] Nahl, 16/44, İbrahim 14/4.

[2] .Fussilet,41/6, Ayrıca bkz.İsra,17/93-94.

[3] Geniş bilgi için bkz. Celal Kırca, Kur’an’a Yönelişler İlimler ve  Yorumlar Açısından,  Ankara 2021, s.38-57.

[4] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Abdülcelil  İsa, Peygamberimiz’in İçtihatları (S:A:S:) Çev. Hilmi Merttürkmen ve Abdülvehhab Öztürk, Ankara1976.

[5] Ali İmran,3/159.

[6] Müslim,Fedail,141.

[7] Müslim, Fedail,139.

[8] Buharî, Mezalim, 16, Ahkam, 29, 31.

[9] Abdullah Köşe, Hâris b. Kelede,, TDVİA, İstanbul 1997, 16/198-199.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.