Kur’ân’ın kendisine özgü bir dil yapısı ve üslubu mevcuttur. Lafızların seçilişi, dizilişi ve seçilmiş lafızlarla anlamların aktarılış biçimi, Kur’ân’ın eşsizliğini/ hem îcazını, hem de i’câzını ortaya koyar. Çünkü o, kaynağı itibariyle Allah’ın sözüdür ve her yönüyle mükemmellik taşır. İslâm hukukçularının ifadesiyle sübûtunun kat’iliğinde (tevatür yolu ile bize kadar ulaşmasında) asla şüphe yoktur. Ancak bazı lafızların manaya delaletindeki kesinlik, sübutundaki kesinlik kadar açık ve net değildir. Bu sebepledir ki ulema, Kur’ân lafızlarının manaya delaletini, “delâleti kat’î ve delâleti zannî” diye iki kısma ayırmışlardır.
Bu yapısı ve üslûbundan dolayıdır ki insanlar, Kur’anî kavramları anlama ve kavramada farklılık göstermişlerdir. Zira insanların fıtrî yapısı, olaylara bakış açısı, kişisel eğilimleri ve bilgi birikimleri aynı değildir. Bu sebeple Kur’ân lafızlarındaki muhtevanın algılanması, anlaşılması ve aktarılması da aynı değildir. Bu durum, insanın kapasitesinden, bilgi birikiminden, yeterli donanıma sahip olup olmamasından kaynaklandığı kadar, Kur’ân’ın yapısından ve üslubundan da kaynaklanmaktadır.
Bunun içindir ki Allah Teâlâ, Peygamberine mesajlarını ulaştırma/tebliğ görevinin yanında o mesajlardan bazılarının içeriğini açıklama/tebyin görevini de yüklemiştir.[1] Hz. Peygamber de kendisine verilen bu görevi lakıyla yerine getirmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’e verilen bu görev, aynı zamanda yorumun gerekli olduğunu da göstermektedir. Ancak Hz. Peygamber’in tebyininde, diğer yorumlardan farklı olarak fonksiyonel bir üstünlük ve ayrıcalık söz konusudur. Bu fonksiyonel üstünlük ve ayrıcalık ise yaptığı yorumların/ tebyinin bağlayıcı olmasındandır. Zira onun bu tebyini, tıpkı tebliğ gibi, peygamberlik fonksiyonları arasında yer alır. Daha açık bir ifade ile Hz. Peygamber’in tebliğini kabul edip de tebyinini kabul etmemek, peygamberlik fonksiyonlarından birini kabul edip, diğerini kabul etmemek anlamını taşır. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in bir de beşerîlik yönünü mevcuttur ve bu husus da asla gözden ırak tutulmamalıdır.
Bu nedenle Hz Peygamber’in konumunun iyi analiz edilmesi gerekmektedir. Bu analizin de en doğru yolu, “kelim-i şehadet” üzerinden yapılmasıdır. Bilindiği gibi kelime-i şehadetin iki temel esası vardır. Birincisi, Allah’tan başka ilah olmadığına inanmak, ikincisi ise Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve resulü olduğunu onaylamaktır. Hz. Peygamber’in diğer insanlardan tek farkı, kendisine vahiy gelmiş olması, yani “resul” oluşudur. Nitekim “ Ben de sizin gibi bir beşerim ne var ki bana Tanrınızın tek tanrı olduğu vahyolunmuştur”[2] ayeti, bunu açıkça ifade etmektedir.
Dolayısıyla Hz. Muhammed, beşer olan bir resuldür. Bunun da anlamı, onun hem bir beşer, hem de bir resul olarak söylediği sözler ve yaptığı işler var, demektir. O, “resul Muhammed” olarak kendisine vahy edileni önce tebliğ sonra da tebyin etmiştir. Bu nedenle Kur’an, kural ve ilkeleri kısaca normları; sünnet ise formları belirlemektedir. Zira dinî konularda form belirleme yetkisi, Hz. Peygamber’e aittir. Bu misyonu sebebiyledir ki Hz. Peygamber, Kur’an’ın tamamını olmasa da bir kısmını, özellikle iman, ibadet, ahlakla ilgili bazı ayetleri açıklamış, uygulamış ve uygulamalarıyla da ümmetine örnek olmuştur. Bu nedenle Hz. Peygamber’in yaptığı açıklamalar ve uygulamalar, inananlar için bağlayıcı bir nitelik arz eder. Nasıl ki hukukta hakimlerin kararları bağlayıcı ise, “Din” de de Hz. Peygamber’in Peygamberlik görevi gereği yaptığı açıklamalar ve uygulamalar da hakimin kararı gibi bağlayıcıdır.[3]
Hz. Muhammed, aynı zamanda beşerî vasıfları olan da bir peygamberdir. Nitekim onun yemesi, içmesi, oturması, kalkması, konuşması da her beşer gibi tabii ve fıtrîdir. O bir peygamberdir, ama aynı zamanda bir babadır, kocadır, amcadır, hakimdir, devlet başkanıdır, komutandır, kısaca yerine göre yasama, yerine göre yürütme, yerine göre yargı erkini elinde bulunduran kişidir. Bir başka ifade ile Hz. Peygamber, yukarda saydığımız bütün bu sıfatların ve erklerin kendisinde birleştiği tek kişidir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in peygamberlik kimliği ile tebliğ ettiği ayetlerin dışında söylediği sözler veya yaptığı işler; kendi iradesi ile söylediği ve yaptığı işlerdir, yani kendi içtihatlarıdır.[4]
Bu nedenle Hz. Peygamber’in bu konumu iyi analiz edilip anlaşıldığında rivayetlerdeki tartışmaların da büyük oranda sona ereceği görülecektir. Bunun tespiti ise çok zor değildir. Zira Kur’an’da yer alan “Onlarla istişare et”[5] ayeti ile, Hz. Peygamber’den yapılan bazı rivayetlerdeki muhteva bize bu konuda yol gösterici olacaktır. Bu ayet, Hz. Peygamber’e “kul Muhammed” olarak ashabıyla bazı işlerde istişare etmesini emretmektedir. Ancak Hz. Peygamber’in, “resul Muhammed” olarak insanlarla istişare etmesi, bizzat “resul” olgusuna ters bir durumdur. Zira resul olma, istişareyi değil; ilahî mesajları insanlara istişare etmeden doğrudan tebliğ ve tebyin etmeyi gerekli kılar. Şayet Hz. Peygamber’in “resul Muhammed” olarak yaptığı bir hata söz konusu olmuş ise, o hatanın da vahiy ile düzeltildiği bilinmektedir. Bedir Savaşı’nda alınan esirler ile ilgili olarak verdiği hüküm, buna bir örnektir. Ama “kul Muhammed” olarak söyledikleri ve yaptıkları böyle değildir. Zira “kul Muhammed” olmada istişare etme, düşünme ve araştırma vardır. Nitekim, Bedir Savaşı öncesi ordunun karargahı konusunda askeri danışmanının tavsiyesine uyarak kendi görüşünden vaz geçmesi, Uhud Savaşının yeri konusunda ashabıyla istişare etmesi, Selman-i Farisi’nin görüşüne uyararak Medine’nin etrafına hendek kazdırması, hurma aşılama konusunda “Dünya işlerini siz benden daha iyi bilirsiniz”[6] demiş olması gibi örnekler, Hz. Peygamberin kul Muhammed olarak istişare ettiği alanları göstermesi açısından önem arz etmektedir.
Hurma aşılama konusunda Hz. Peygamber’in, “Bu onlara bir fayda veriyorsa bunu yapsınlar. Ben sadece bir zannımı ( kanaatimi) ifade ettim, beni zannımdan dolayı kınamayın. Ancak size Allah adına konuştuğumda onu alınız, zira ben O’na asla yalan isnat etmem”[7] sözü ile yargı konusundaki, “Ben ancak bir beşerim. Bana iki davalı geldiğinde onlardan biri diğerinden daha iyi davasını savunabilir ve Ben de buna bakarak onun haklı olduğunu zanneder ve buna göre hüküm verebilirim. Şu halde kime kardeşinin hakkından bir şey vermişsem, sakın onu almasın. Zira ona verdiğim ateş parçasından başka bir şey değildir.” [8] sözü, “kul Muhammed” ile “resul Muhammed” arasındaki ayırımı açıkça ifade etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber’in, Müslüman olup olmadığı kesin olarak bilinmeyen Hâris b. Kelede’nin hekimliğine güvendiği, hastalanan sahâbîlere tavsiye ettiği, Vedâ Haccı sırasında kalbinden rahatsızlanan Sa‘d b. Ebi Vakkās’ı ziyarete gittiğinde bizzat kendisinin Hâris b. Kelede’yi çağırtarak O’nu tedavi ettirdiği bilinmektedir.[9] Bu da “kul Muhammed” olarak gösterdiği bir davranıştır.
Hz. Peygamber’in dışında ki insanların dinî metinlerle ilgili yaptıkları yorumların ve buna bağlı uygulamaların ise, “sünnet” gibi bağlayıcı bir niteliği bulunmamakta; sadece söz konusu görüşü benimseyenleri ve tercih edenleri bağlamaktadır. O da kabul ettikleri sürece bağlayıcı olmaktadır. Zira Hz. Peygamber’in haricindeki insanların görevi, norm ve form koymak değil, Kur’an’ı ve sünneti anlamak ve insanların anlayabilecekleri bir seviyede ve üslupta açıklamaktır. Bu açıklamalar ise, mutlak doğrular değil, “din”e uygun olduğu kabul edilen izafî doğrulardır. İzafî doğrular ise, “din” den olan veya dine ait olan değil, dine uygunluğu var sayılandır. Bu nedenle insanlara ait anlamaların ve açıklamaların, genel bir bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Nitekim her mezhebin görüşü, sadece kendi müntesiplerini bağlamakta, diğer mezhep mensuplarını -tercihe bağlı bazı özel durumlar hariç- bağlamamaktadır.
Bu da gösteriyor ki düşünce farklılıkları ve yorumlar, Müslümanlar için bir rahmettir. Zira bu durum, ”içtihat” ve “tecdit” kapılarını açık tutarak uygulamalarda kolaylık sağlamakta, toplumların ilerlemesine ve gelişmesine önemli katkılar sunmaktadır. Daha da önemlisi hakikat arayışlarının ve fikrî gelişmelerin zemini oluşturmakta ve düşünce alanlarına yeni ufuklar açmaktadır. Bunun da tek şartı düşünce ve yorum farklılıklarını tefrikaya araç yapmamaktır. Ne var ki hayata yansıtılması itibariyle “epistemik cemaat” kültürüne sahip bazı kişilerin, düşünce ve yorum farklılıklarını tefrikaya araç yaptıkları; kendileri gibi düşünmeyenleri dışladıkları, itibarsızlaştırdıkları, hatta tekfir ettikleri görülmektedir. Bu nedenle feraset ve sırat-ı müştekim sahibi Müslümanlar olarak bize düşen görev, birlik ve beraberliğimizi bozacak bu tür söz ve davranışlardan mümkün olduğu ölçüde kaçınmak; kendi düşüncelerimizi ve dinî yorumlarımızı tek doğru olarak görmemek, farkı düşüncelerin de bakış açılarına göre doğru olabileceği ihtimalini gözden ırak tutmamaktır.
[1] Nahl, 16/44, İbrahim 14/4.
[2] .Fussilet,41/6, Ayrıca bkz.İsra,17/93-94.
[3] Geniş bilgi için bkz. Celal Kırca, Kur’an’a Yönelişler İlimler ve Yorumlar Açısından, Ankara 2021, s.38-57.
[4] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Abdülcelil İsa, Peygamberimiz’in İçtihatları (S:A:S:) Çev. Hilmi Merttürkmen ve Abdülvehhab Öztürk, Ankara1976.
[5] Ali İmran,3/159.
[6] Müslim,Fedail,141.
[7] Müslim, Fedail,139.
[8] Buharî, Mezalim, 16, Ahkam, 29, 31.
[9] Abdullah Köşe, Hâris b. Kelede,, TDVİA, İstanbul 1997, 16/198-199.