islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,5261
EURO
36,1556
ALTIN
2.963,72
BIST
9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
17°C
İstanbul
17°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
19°C
Cumartesi Az Bulutlu
9°C
Pazar Az Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
9°C

DİN-ÖZGÜRLÜK İLİŞKİSİ

DİN-ÖZGÜRLÜK İLİŞKİSİ
20 Kasım 2022 10:00
A+
A-

Özgür olma isteği, insan tabiatından kaynaklanan psikolojik bir eğilimdir. Her şeye güç yetirmek, bağımsız olmak ve üstün görünmek gibi arzular, özgürlük eğiliminin doğal bir sonucudur. Kişiliğin özünü oluşturan özgürlük, sunulan seçenekler arasında bilinçli tercih yapma, her türlü baskıdan uzak durma ve kendi kararını serbestçe verebilme yeteneğini kullanma anlamına gelmektedir. Eğer kişi kendine has düşüncelerinde özgürlük açısından yeterli bir gelişme kaydedememişse onun hayatı yarı bilinçli olarak devam ediyor demektir. O nedenle davranışlarımıza yön veren en köklü duygulardan birinin özgürlük olduğunu söyleyebiliriz.

Dine bağlı bir kişi, aşkın bir varlığa kayıtsız şartsız bağlanıp hayatını o varlığın emir ve yasaklarına uygun olarak sürdürmeye çalışmaktadır. İslâm açısından bakıldığında, Allah (c.c.) mutlak hâkimiyet sahibi, müminler de O’nun kuludur. Allah’a inanmak, O’nun emir ve yasaklarına boyun eğmek aslında bağımlılığı kabul etmek demektir. Dolayısıyla Allah’a inanan ve belli bir sosyal çevrede yaşayan bir insan için mutlak özgürlükten bahsedilemez. Çünkü o bir kuldur ve kulun hem Rabbine hem de içerisinde yaşadığı toplumuna karşı pek çok sorumluluğu vardır. Özgürlük ise kişinin kimseye bağımlı olmadan kendi kararlarını kendisinin alması, istediğini yapması, istemediğinden de uzak durması demektir. Bu yönüyle Allah’a bağımlı olmayı esas kabul eden “din” ile bağımsızlığı öngören “özgürlük” kavramlarının birbirinin zıddı olduğu söylenebilir. Ancak durum gerçekten böyle midir?

Özülük, her şeyden önce tercih edilebilecek seçenekleri bilmeyi gerektirmektedir. İnsanın özgürce kendi varlığının farkına varabilmesi ve bir kişi ya da gruba körü körüne bağımlı olmaktan kurtulması için doğru bir düşünce yapısı geliştirmeye ihtiyacı vardır. Her insan, zihinsel özürlü değilse, potansiyel olarak doğru düşünme imkânına sahiptir. Ne var ki kişisel çıkarlar, geleneğe kayıtsız şartsız teslimiyet ve bir düşünceye körü körüne bağlılık çoğu zaman özgür düşünmeyi engellemektedir. Bu durumda aşkın varlık (Müslümanlar için Allah) tarafından sunulan seçenekleri bilmek, önemli bir zorunluluk haline gelmektedir. Aksi halde kişi, özgür iradesini ve yeteneklerini bilinçli bir şekilde kullanarak en yüksek düzeye ulaşabildiği gibi, başkalarına körü körüne bağımlılığı kabul ederek seviyesini aşağıların aşağısına da düşürebilir. Burada eleştirilen bağımlılık, insanın kendi kişiliğini yok sayarak başkalarının isteklerine kölemsi bir şekilde uymasıdır. Bu durumda olan bir kişi, eleştirel düşünceden ve bağımsız yaşamaktan uzak, kendisini toplumun akıp giden kültürü önünde sürüklenen edilgen bir nesne gibi yaşamaktadır. Böylesi bir kişilik, İslâm’ın öngördüğü tahkiki imandan uzaktır.

İslâm dini açısından özgürlük, insanın inanç ve yaşam tarzını kendi isteğiyle seçebilmesi, başkalarının özgürlük alanına girmeden bilinçli tercih yapabilmesi demektir. Ancak yanlış anlayış ve saplantılara meydan vermemek için özgürlüğün sınırının iyi tespit edilmesi gerekir. Bir kişinin eylemleri başkasının özgürlük sınırını ihlal ediyorsa, o zaman özgürlüğe sınırlama getirmek kaçınılmaz hale gelir. Kaldı ki özgürlük, bireyin hiçbir değer tanımayıp tamamen kendi başına buyruk olması değildir. Elbette sosyal bir varlık olan insanın toplumun huzuru için konulmuş kurallara uyması gerekir. Oysa sınırsız özgürlük isteği, başkalarının özgürlüğünü kısıtlayarak dünyayı onlara dar edebilir.

Dinle ilgili bilgi ve anlayışımızda özgür olabilmemiz için dini iyi öğrenmek gerekir. Çünkü insanın dine karşı özgürce olumlu ya da olumsuz bir tavır takınabilmesi, din hakkında doğru bilgi sahibi olmasıyla mümkündür. Dini bilenler, dinle ilgili kararlarında özgür olabildiği halde, din konusunda bilgi sahibi olmayanlar böyle bir imkândan yoksundur. Yine din alanındaki bilgisizlik özgür seçim yapmayı engellediği için dinin lehinde veya aleyhinde bir şartlanma kaçınılmaz olmaktadır.

Tercihini özgürce yapabilen bir nesil yetiştirmek, dinin en önemli hedefleri arasındadır. Çünkü dinde asıl olan, Allah’ın buyruklarını doğru olarak anlamaktır. Allah (c.c.) inananın neye ve nasıl inanması gerektiğini özgür iradesiyle araştırıp öğrenmesini ve böylece taklitten tahkike ulaşmasını istemektedir. Ku’an’da yer alan; “Onlar düşünmezler mi, akletmezler mi?” şeklindeki ifadeler, bunun açık göstergesidir.

Dinin değerlerinin kabul edilmesiyle aklın zorlandığı ve özgürlüğün kısıtlandığı; günah, helâl, haram, sevap, iyi, kötü, doğru, yanlış gibi değer yargıları içerisinde sıkışan bireyin özgür hareket edemediği şeklindeki iddialar, bazı zihinlerde yanılmalara neden olmaktadır. Bu iddialar, bazen dinin bir beyin yıkama rolü üstlendiği noktasına kadar varmaktadır. Bu durumda öncelikle çözülmesi gereken problem, dinin insan davranışlarını yönlendiren esasları ile kişiyi özgürleştirici özelliği arasındaki dengenin nasıl kurulabileceğidir.

Dinde zorlama yoktur” (Bakara 2/256) ayetinden de anlaşılacağı gibi, insanlar, herhangi bir inanca bilinçsizce teslim olma yerine, özgürce seçim yapmaya teşvik edilmektedirler. “Aklınızı kullanmıyor musunuz!” (Enbiya 21/10) “Onlar sözü dinleyip en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir.” (Zümer 39/18) şeklindeki ayetler, düşünce özgürlüğünün dinî temellerini oluşturan birer örnektir. Allah ile kul arasında hiçbir vasıtayı gerekli kılmayan ve sadece Allah adına yapılan ibadetler, İslâm’ın ideal özgürlük anlayışını temsil etmektedir. Ancak insan, davranış ve tavırları için tutunacak bir dal olan ilâhî yüceliği kaybedince, ya kendi nefsinin kamçıladığı sübjektif arzularına ya da toplumun isteklerine tapınmaya başlamaktadır. “Hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü? O kimseye sen mi vekil olacaksın?” (Furkan 25/43) ayetinde de bu gerçeğe değinilmektedir.

İslâm açısından bakıldığında, özgürlüğün yolunun aklı iyi kullanmaktan geçtiği görülmektedir. “Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik; artık o isterse şükreden olur, isterse nankör olur.” (İnsan 76/3) ayetinde de görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerim özgür seçimi ve aklı iyi kullanmayı öngörmekte, Peygamber (s.a.v.) de aklını sağlıklı bir şekilde kullanabilenlerden övgüyle söz etmektedir. Yemen’e vali olarak tayin edilen Muaz b. Cebel’in, hakkında kesin hüküm bulunmayan konuları kendi aklını kullanarak çözeceği yönündeki açıklamasından Peygamberimiz son derece memnun olmuştur. Ancak daha sonraki uygulamalar farklı yönde seyretmiştir. İslâm fıkıhçılarının günün meseleleriyle ilgili verdiği fetvalar dokunulmazlık zırhına büründürülerek dondurulmuş, gelecekte üretilmesi gereken düşünceler âdeta ipotek altına alınmıştır. Bunun sonucunda, özgür düşüncenin ürünü olan ve İslâm toplumuna dinamizm kazandıran içtihat kapısının kapandığı yönündeki düşünceler asırlarca Müslüman toplumlarda egemen olmuş; otoriter, baskıcı, kişilik gelişimine ve düşünce üretmeye engel bir dinî anlayış tarzı yaygınlık kazanmıştır. Bu anlayış günümüzde bazı dinî konuların yeniden yorumlanması ya da dinî metinlerden yeni fikirlerin üretilmesi konusunda İslâm bilginlerinin cesaretini kırıcı bir rol oynamaktadır.

Din-özgürlük ilişkisi hassas bir konudur. Yeni yetişen bireylerin, özgürlük adına başıboşluğa, bilgisizliğe ve sınırsız bir serbestliğe terk edilmesi bazı sorunlara neden olabilir. Çünkü eğitimin değerleri aktarma görevinin ihmâl edilmesi sonucunda doğacak boşluğu büyük bir ihtimalle ‘başkaları’ dolduracaktır. Bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olan taassup ‘belli bir dine inanma ve onu öğrenip yaşamaya çalışma’ biçiminde değil; ‘kendi din anlayışını başkalarına dayatarak uymayanlara karşı saygısızlık ve hoşgörüsüzlükte bulunma’ şeklinde dışa yansıyacaktır. Öyleyse yeni yetişen neslimize verilecek olan din eğitiminin görevi, insanları belli bir yöne doğru şartlanmak değil; akıl yürütme yeteneğini sağlıklı bir şekilde kullanabilmeye yardımcı olmaktır. Yani din eğitimi yoluyla bireye âdeta bir harita ya da rota verilerek ulaşılmak istenen yere başkasından emir almaksızın bizzat kendi aklını kullanarak varmasına yardım edilmelidir.

Prof. Dr. Hüseyin YILMAZ

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.