“Sosyologların mikro alandaki rollerini küçümsememekle beraber, makro alanda da rollerini yerine getirmeleri gerektiğini düşünüyorum.
KİMDİR?
Erzincan’da doğdu.İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümünü bitirdi. Aynı bölümde doktorasını yaptı. İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisinde işletme bölümünde okudu. Sakarya, İTÜ, Mimar Sinan Üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1993 yılında Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Bölümünü kurdu. 1990 yılında Doçent, 1995 yılında Profesör oldu. İngiltere’nin Sheffield ve Leicester, Amerikanın Iowa Üniversitesinde araştırmalar yaptı. Safranbolu’da Kültür ve Medeniyet İzleri isimli bir araştırmayı yönetti. Milli Türk Talebe Birliği, Birlik Vakfı, İlim Yayma Vakfı, İnsani ve Sosyal Haklar Derneği, Sosyologlar Derneği gibi sivil toplum kurumlarında yönetici, danışman ve eğitimci olarak görev yaptı. Osmanlı’da Siyasi Çözülme, İşte Amerika, Türkiye’de Gençlik, Yarınlara Hazırlanmak, Başarı Yolunda Yetmiş Kural, Değerler Sosyolojisi isimli yayınlanmış kitapları vardır. Türkiye’de Sosyal Değişme isimli bir kitabı baskı aşamasındadır. İslam ve Sosyoloji isimli, İngilizceden bir tercümesi bulunmaktadır.
Süleyman DOĞAN
“Sosyologların mikro alandaki rollerini küçümsememekle beraber, makro alanda da rollerini yerine getirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Yani, bir toplum için; siyasilerin belirlediği rollere kılıf bulmak yerine; siyasilerin önüne çeşitli alternatifler koymalarının gerekir. Ama bu arada; siyasi ve sosyal ihtiyaçların gerektirdiği mikro anlamda kurumsal ve grup merkezli çalışmaları da yürütmelerinin şart olduğunu düşünüyorum. Özellikle Türkiye açısından, sosyologların mikro çalışma alanlarına girmelerinin önemi çok büyük ve gereklidir. Mesela rektörlerin yetkisinin gereğinden fazla olması, tek kişilik bir yönetime dönüşme özelliği taşımakta ve bu da, bir ilim müessesine yakışmamaktadır. Rektör atamalarında siyası ağırlık ön plandadır. Bu durum da akademik tercihlerin ikinci plana düşmesine yol açmaktadır.”
Sami Şener hocamızla tanışmam 1987 yılının Aralık ayına dayanır. Kendisinin de içinde bulunduğu haftalık bir gazetede köşe yazarı ve yayın danışmanı iken bendenizde o gazetede muhabir olarak çalışmıştım. Sami Şener tanıdığım o günden bu güne hep hafızamda çalışkan, yapıcı, iyi ve doğru yöne yol gösterici, samimi ve inandığı gibi yaşayan bir profil çizmiştir. Gençlerle yakından ilgilenir. Onlara yardımcı olur. Ülkemizin ilerlemesi ve kalkınması için çalışan bir vatanperverdir. Sivil Toplum Kuruluşlarının önemini bilir ve bu yönde onlarla işbirliği yapar. Sosyologlar Derneği Derneği (SOSYO-DER)Genel Başkanlığını yürüten Prof.Dr.Sami Şener, dernek vasıtasıyla gençlerin kaynağından doğru bilgileri almaları için akademisyenler tarafından konferanslar veriliyor ve çeşitli temel kaynak niteliğindeki kitapları okumalarına vesile oluyor. Bu yönüyle de bir öncü ve akıncı rolünü oynamaktadır.
Prof .Dr. Sami Şener uzun yıllar çeşitli devlet üniversitelerinde görev yaptıktan sonra yaş haddinden emekli oldu. Ancak emeklilik sonrası bazı özel üniversitelerde çalıştı. Dünya Bankası ile Sağlık’ta Dönüşüm, Unep-Gef Kurumu ile Biyo güvenlik Kurumsal Yapısı projelerini yürüttü. Yönetim, İnsan Kaynakları, Halkla İlişkiler ve Kurumsal Yapılanma Konusunda çok sayıda kamu ve özel kurumlarda projeler yürüttü. İnsan Kaynakları, Kurum Kültürü, Halkla İlişkiler, Kişisel Gelişim, Değişim Yönetimi gibi konularda Mesleki eğitimler verdi. Sosyoloji-Sosyal Bilimlere Alternatif Yaklaşım, Endüstri Tarihi ve Halkla İlişkiler konusunda ders kitaplarının yanısıra; Türkiye’de Eğitim, Şehirleşme ve Demografi konularında ders kitabı bölümleri hazırlamıştır. Uzun yıllar çeşitli günlük gazetelerde köşe yazıları yazmış ve dergilerde makaleleri neşredilmiştir. Profesör Sami Şener ile özellikle kendi alanı olan sosyoloji merkezli bir söyleşi yaptım. Bu söyleşi ile siz aziz okurları baş başa bırakıyorum.
Sosyoloji alanında uzun yıllardır akademik ve uygulamalı araştırmalar üzerinde çalışıyorsunuz. Sosyoloji’nin mesleki alanda nasıl bir pozisyona sahip olduğunu düşünüyorsunuz?
Sosyoloji, Türkiye’ye batılı bir ilim olarak gelir ve başka bir dünyanın değerleri ve gerçekleriyle yürütülmeye çalışılır. Bu yüzden sosyoloji’ye toplum hem yabancılaşmış ve hem de mahiyetini anlaması bir türlü gerçekleşmemiştir. Aradan iki yüz yıl geçmesine rağmen, sosyoloji’nin ne olduğu halk tarafından bilinmemektedir. Halk tarafından böyle görünmesine karşılık sosyoloji, akademisyen ve aydın kesim tarafından da gereği gibi anlaşılamamış ve geliştirilememiştir. Sosyoloji bilgisinin tek boyutlu olarak öğretilmesi, sadece Batı’daki sosyal olay ve gelişmelerin örneklerinin takip edilmesi ve kendi toplumumuza ait bilgilerin bilinmemesi, farkında olunmaması onun çözümleyici bir hale gelememesine yol açmıştır.
Sosyal Bilimler Sanal
Bu bağlamda kanaatiniz nedir hocam?
Benim kanaatim; bilgisi, olayları ve sosyal dünyası dışarıdan gelen bir ilmin, kendi gerçeklerini bulamaması ve onun üzerinden bazı meselelere çözüm getirememesi kadar normal bir durum yoktur. Yıllardır sosyoloji bölümleri, Batı’nın bilgi ve gelişmelerini bu ülkede okutarak, kendi ülkesinin ve medeniyetinin problemleri ve gerçekleri üzerinde ciddi bir çalışma sağlayamamıştır. Akademik gelişme sınavları ve ilmi çalışmanın yönelişleri, batı dünyasının bilgilerini tekrar etmek ve onları bu toplumun sosyal gerçeklerini anlama ve aydınlatmada kullanmak gibi garip bir yol takip etmiştir. Dolayısıyla, Türkiye’de sosyal bilimlerin hepsi “sanal” olup, medeniyeti ve ülkesinin gerçekleri ile bağlantılı değildir.
Tabiri caizse sosyologlar ne işe yarıyor, Türkiye yeterince faydalanıyor mu?
Avrupa ve özellikle Amerika’da son 20-25 yıldır sosyologlardan ciddi şekilde faydalanılıyor. Fakat son 10-15 yıldır sosyologlar, daha çok siyasi, kurumsal ve ekonomik alanlarda sistemlere yeni alternatif teklifler getiriyorlar. Bu da, çok anormal değil. Yani, önceleri makro alanda görev ve sorumluluk üstlenen sosyologlar, şimdilerde mikro alanda görev yapıyorlar. Ben, sosyologların mikro alandaki rollerini küçümsememekle beraber, makro alanda da rollerini yerine getirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Yani, bir toplum için; siyasilerin belirlediği rollere kılıf bulmak yerine; siyasilerin önüne çeşitli alternatifler koymalarının gerekli olduğunu düşünüyorum. Ama bu arada; siyasi ve sosyal ihtiyaçların gerektirdiği mikro anlamda kurumsal ve grup merkezli çalışmaları da yürütmelerinin şart olduğunu düşünüyorum. Özellikle Türkiye açısından, sosyologların mikro çalışma alanlarına girmelerinin önemi çok büyük ve gereklidir.
Sosyoloji’nin toplumda karşılığının olmadığı gibi bir kanaat var. Siz, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Sosyoloji, toplumun ilmidir. Toplumu gözlemler ve sosyal hayatın her yönü ile ilgili hareketleri ve bu hareketlerin, toplum üzerindeki etkilerini inceler. Dolayısıyla, toplumu incelemek, önemli bir bilgi kaynağı olup, toplumda karşılığı olan bir gerçektir. Türkiye’de toplumsal araştırmaların metot ve geleneği başka toplumlardan ödünç alındığı için, somut ve problem çözücü bir nitelik taşıması bir türlü sağlanamamıştır. Tek kelime ile sosyoloji ve diğer sosyal bilimler; çoğu zaman özgün bir nitelik ve fonksiyon kazanamamıştır.
Burada, kamu ve özel sektör yönetici ve uygulayıcıların sosyolojiden neler anladığı ve onunla hangi işlerin yapılacağını bilmemeleri konusu da, önemli bir mesele olarak bilinmelidir. Bu yüzden, böyle bir konunun tecrübe edilmeden anlaşılması mümkün değildir. Fakat, böyle bir tecrübeyi gerçekleştirmek için de sosyal bilim ile ne amaçlandığını bilmek gerekiyor. Maalesef, bu konuda böyle bir bilgi birikimi de, çoğu kimsenin sahip olamadığı bir konudur.
Üniversiteler Türkiye için ne ifade ediyor ve üniversiteler gerçek manada bilim alanına katkılar yapıyor mu?
Türkiye’de Üniversiteler, Batılılaşma ile birlikte Batı Üniversitelerini model almaya çalıştı. Fakat bu modelleme, bilginin niteliği gibi, kurumların da kendi bilgi ve insan kaynaklarından faydalanamamış olmaları dolayısıyla, bilgiyi aktarma ve adaptasyon şeklinde almanın ötesine geçmedi. Dolayısıyla, üretici bir ilim anlayışı olmaktan çok; derlemeci ve adapte edici bir eğitim ve araştırma noktasında kaldı. Küçük ilerlemeler, ancak uygulamalı çalışmalarda gerçekleşebildi. Tıp, mühendislik ve kısmen biyoloji alanlarında özgün çalışmalar yapılırken, bilim felsefesi, sosyoloji ve toplum merkezli siyaset ve iktisat konularında önemli adımlar atılamadı. Bunun en önemli sebebi, toplumun ve onun çeşitli türevleri olan hukuk, iktisat, siyaset gibi alanlarda bilgi ve tecrübe alt yapısının, büyük ölçüde batılı çalışmalar üzerine kurulmasından kaynaklanmaktadır.
Burada üniversitelerin bir ikilemi yok mu?
Üniversitelerin bir diğer handikapı ise, siyasetin Üniversiteleri kendi hedeflerini gerçekleştirmek için kullandığı yerler haline getirmiş olmalarıdır. Yabancı bilgi ve eğitim modelleri ile başetmenin yanında, ideolojik ve siyasi görüşlerini ilmi çalışmalara yaygınlaştıran gruplar ortaya çıktı. Böylece, Üniversite siyasetin merkezine koyuldu. Özel Üniversiteler ile, ticari kaygılar ön plana çıktı ve para kazanma, ilmi ve araştırma çalışmalarının önüne geçti. Öğrencilerin bilgilenme ve yetişmeleri, kalitenin düşmesiyle daha da alt seviyelere indi. Şu anda, Üniversite mezunları; büyük ölçüde kendi işlerini nasıl yapacaklarını bilmiyor. Üniversitelerin kendi bilgi birikimleri ve metodolojik yaklaşımlarını, insan-toplum ve medeniyet merkezli bir hale dönüştürmesi önem taşımaktadır.
Yükseköğretim kurumlarında görmek istediğiniz öğrenci profili sizce nasıl olmalıdır?
Üniversite öğretiminin, ilköğretim ve lise öğretiminin temelleri üzerinde yükselmesi gerekir. Fakat Türkiye’de Üniversite öncesi öğretimin, temel değerleri vermekte yetersiz oluşu, bilgiyi ve araştırma geleneğini geliştirememiş olması, üniversite eğitiminin de yetersiz olmasına sebep olmuştur. Üniversitelerin çoğunda orijinal ve uluslararası nitelikte araştırma ve proje çalışmaları yapılamaması, sadece öğrencilerin değil; daha çok eğitimin yerli kültür ve değerleri gençlere verememiş olmasının bağlayabiliriz.
Üniversiteler bir kimlik verebildi mi?
Üniversite öğrencileri, köklü bir kültür ve bilgi kaynağı olarak yetersiz olmalarının yanı sıra; Batı’nın serbest yaşama tarzını örnek alarak tamamen kendilerini basit, eğlendirici ve tüketime yönelik endüstrinin birer bağımlısı haline getirmiştir. Bir diğer ifade ile, yaşama felsefesi belirsiz, hayat idealleri çok sınırlı ve ilmi ve araştırma iddiaları fazla olmayan bir eğitim ve kültür ortamının sıkıntılarını yaşamaktadırlar. Üniversite’nin başarısı, öncelikle kültür ve kimlik konusunda, gençlerin geleceğe hazırlanmalarında belirli, pratik ve ulaşılabilir somut hedeflerin varlığı ile gerçekleşebilecek niteliktedir. Üniversite hocalarının da Üniversite gençliğinin kişiliği ve verimliliği üzerinde önemli etkileri vardır. Hocaların, gençlere sadece bilgi değil, aynı zamanda motivasyon ve rehberlik verebilecek niteliklere sahip olması gerekmektedir. Bu konuda, pek parlak bir tablo bulunmamaktadır.
‘Rektörlerin yetkisi fazla’
Üniversitelerde rektörlere verilen yetki çok fazla ve rektörler adeta keyfi hareket ediyorlar. Bu konuda nasıl bir düzenleme yapılmalıdır?
Üniversitelerin rektörlüklerinin seçimi, uzun zamandan beri sıkıntılı bir nitelik taşımaktadır. Önceleri akademisyenlerin oyları, YÖK üyelerinin eğilimi ile bypass ediliyordu. Daha sonra rektörlükler atama ile gelmeye başladı. Yeni model atamalarda, üniversite öğretim üyelerinin bir etkisi kalmadı. Aslında, öğretim üyelerinin tercihi yanında, bazı kriterler ile rektörlerin atamasının yapılması daha iyi olabilir diye düşünüyorum. Ayrıca, rektörlerin yetkisinin gereğinden fazla olması dolayısıyla tek kişilik bir yönetime dönüşme özelliği taşımakta ve bu da, bir ilim müessesine yakışmamaktadır. Bir diğer konu ise, siyasilerin rektörlük atamalarında ağırlıklarını koymaları başlamasıdır. Bu durum da akademik tercihlerin ikinci plana düşmesine yol açmaktadır.
Türkiye’de Araştırma, Geliştirme çalışmalarını nasıl görüyorsunuz?
Araştırma, bir ülkenin geleceği ve gelişimi açısından büyük önem taşıyan ilmi yetkinlik seviyesidir. Araştırmanın, objektif ve ilmi kriterlere göre yapılması ve bu konuda, herhangi bir iltimas ve kısıtlayıcı kurallar olmamalıdır. Türkiye, uzun yıllar araştırma ve geliştirme çalışmalarından mahrum kalmıştır. Bu tür çalışmalar, kişilerin gayret ve çabalarıyla yürütülmüştür. Ak Parti hükümetiyle, üniversite hocaların yurt dışına araştırma ve tebliğ sunma konusunda yeni imkanlara kavuştular. Fakat, araştırma ve geliştirme çalışmalarının; plan ve organizasyonu konusunda daha ciddi ve ülke yararına olan çalışmalara öncelik verilmesi gerektiğini düşünüyorum.
TÜBİTAK’ın ortaya koyduğu proje kriterleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bakanlıkların açtıkları proje çalışmaları önemli olmakla birlikte, çok küçük meblağlar ile ciddi çalışmaların yapılamayacağı bilinmelidir. Ayrıca, bürokraside bu işleri yürüten insanların, ilmi çalışmalar ve onların yürütülmesiyle ilgili nitelik ve şartlar bakımından da çok yeterli kişiler olmadıklarını gözlemliyoruz. Bir diğer konu ise, TÜBİTAK’ın araştırma kriterlerinde, nedense “şekil şartı” çok önem taşırken, araştırmaların niteliği ile ilgili derinlik ve nitelik ikinci planda kalmaktadır. TÜBİTAK’ın bu yaklaşımının kesinlikle değişmesi gerektiğini düşünüyorum.
Hocam müracaat edilen projelere zamanında cevap veriliyor mu?
Kamu ve özel sektörün, bürokratik bir mantıkla bu işleri istenilen şekilde yürütemeyeceğini ifade etmek isterim. Mesela bugün, özgün bir projeyi sunup da, sağlıklı bir şekilde kabul edilip edilmeyeceğini anlamak gibi bir imkandan mahrum olduğumuzu söyleyebilirim. Çeşitli kurumlara gönderilen proje ve araştırma tekliflerine çoğu zaman cevap bile verilmemektedir. Böyle bir ortamda insanların araştırma ve proje çalışmalarına yönelmelerini beklemek, zordur.
‘Performans kriteri işletilmeli’
Akademisyenlerin performansa dayalı ücret almasını doğru buluyor musunuz, özel üniversite ile devlet üniversitesi arasındaki ücret dengesizliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Akademisyenlerin verimli olabilmelerinde en önemli faktör, orijinal çalışma yapabilmeleri ve hayatı yönlendiren ve şekillendiren bilgi ve uygulamalara imkan verebilecek bir ödüllendirme ve maaş sistemi ile mümkün olabilecektir. Türkiye Yüksek Öğretim Sistemi, maalesef akademisyeni, bir memur gibi görme mantığından uzaklaşmamıştır. Büyük araştırmaların yapıldığı yurt dışı gelişmiş ülkelerde, akademisyenin ücreti “performans”a dayalı bir şekilde, ilmi ve akademik gelişmesine ve üretmesine bağlı olarak gerçekleşmektedir. Bizde her nedense, böyle bir sisteme bir türlü gidilmemektedir. Bu duruma, yüksek öğretimi yöneten kişilerin ufuk eksikliklerine veya onlara bu tür yetkileri vermeyen “memurcu” bakış açısı sebep olmuş olabilir.
YÖK’ün rolü ne olmalıdır?
Şahsen, bir önceki YÖK kanunu ile ilgili görüş alışverişinde bu tür performans kriterlerinin ne olduğuna dair örnekler vererek, Üniversite Dayanışma Derneği’ne iletmiştim. Fakat, böyle önemli bir teklif, nedense dikkate alınmamıştır. Üniversite yayınların ve çalışmanın ödüllendirilmesinde de değerlendirmesinde de bazı eksiklikler bulunmaktadır. Akademik ödüller, sadece Üniversite bünyesinde yapıldığı zaman dikkate alınmaktadır. Halbuki, işletme, sanayi ve sosyal konularda çeşitli kurum, belediye ve STK’ların bünyesinde yürütülen çalışmaların da, dikkate alınması gerekmektedir. 67 yaşını bitirmiş ve yüksek bir tecrübe seviyesine gelmiş hocalar, sanki işe yaramazmış gibi üniversitenin dışına çıkarılması, dünyanın gelişmiş ülkelerindeki 80-90 yaşındaki hocaların üniversitelerdeki varlığı ve etkinliği ile ciddi bir çelişki taşımaktadır. Bu hocaların, bir anda boşa çıkarılması, eğitim ve araştırma-geliştirme çalışmaları açısından büyük bir kayıptır.