Bu konuyla ilgili olarak, fıkhî kaynaklarımızın zekât bahisleri incelendiğinde, farklı iki görüşün ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlardan ağırlıklı olarak şu görüşün mevcut olduğunu tespit etmekteyiz:
“Bir kimse niyetsiz olarak, fakir ve muhtaçlara bir miktar para ya da ticarî emtia verdikten sonra zekâta niyet ederse, fakir ve muhtaçlar, kendilerine verilen mal ya da parayı henüz harcamamışsa, bu niyet sahih olur. Verilmiş bulunan şey de zekâta mahsup edilebilir. Harcamışlarsa zekât yerine geçmez.”
“Bir fakirde alacağı olan bir kimse, bu alacağından vazgeçmiş olsa -zekâta niyet etsin veya etmesin- vazgeçmiş bulunduğu bu malın zekâtı kendisinden düşer. Çünkü o herhangi bir âfette elden giden mal gibidir. Ama borçlu kimse zengin olursa, o takdirde bağışlanan borç miktarının zekâtı düşmez, ödenmesi gerekir.”
“Bir kimse, bir fakire alacağını, başka bir fakirde olan alacağının zekâtı niyeti ile bağışlamış olsa veya kendisinin yanında bulunan malının zekâtı niyeti ile bağışlamış olsa bu da caiz olmaz.” (Bak: Fetevâ-yı Hindiyye, I/566-567, Akçağ yayınları; Mi’racü’d Diraye, Bahru’r Râik, İbn Nüceym; Aynî, Şerh-i Hidaye; el-Muhît, Serahsî’den naklen Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Celal Yıldırım, II/111-112)
Bu içtihatların dayandığı delil: “Ameller niyetlere göredir. Herkesin bir niyeti vardır.” (Nevevî, Riyazü’s Salihîn, I/4) hadisidir. Zekât bir ibadettir. Kur’an’da namazla beraber zikredilmiştir. Namaz için niyet nasıl gerekli ise zekât için de gereklidir. Zekâtın sahih olabilmesi için, verilirken mutlaka niyet edilmesi şarttır. Niyetsiz verilen sadaka, zekât yerine geçmez. Bunun yanında niyetin edaya yakın olması şartı da vardır. Yani zekât verilirken bu niyetin mevcut olması gerekir. Ancak fakir şahıslara veya herhangi bir müesseseye zekât verildikten sonra niyet edilse, eğer verilen mal veya para harcanmamış ve duruyorsa, sonradan yapılacak niyet sahihtir. Eğer verilen mal harcanmışsa sahih değildir. Yeniden zekât ödemek gerekir. (Bak: Kâsânî, Bedâyi’, II/41; Serahsi, Mebsut, III/34).
Alacağın zekâta mahsuben borçluya bağışlanmasını caiz saymayan, Ebû Hanife, Ahmed b. Hanbel, Sevrî ve Şâfîler şöyle bir çözüm önerirler: “Zengin kişi, zekâtını alacaklı olduğu fakire verir. Zekâtı ona teslim ettikten sonra alacağını ister. Ancak bunun bir hile olmaması gerekir. Yani alacaklı, borçluya vereceği zekâtını kendisine olan borcunu ödemesi şartıyla vermemelidir. Yalnız borçlu, alacaklıya “zekâtını bana ver borcunu ödeyeyim” derse, alacaklının ona zekât ödemesi caizdir. Bu durumda, borçlunun borcunu bundan ödemesi gerekmez, öderse geçerlidir. (Bedâyi’, II/39; Dürrü’l Muhtar, II/85).
Psikolojik olarak mümkün değildir. Alacaklı olarak, size borçlu olana zekâtınızı verecek, sonra da “Bana olan borcunu ver” diye başına dikileceksiniz, adamın sağ elinin görüp sol elinin görmediği paraya el koyarak -zımnen uyguladığınız danışıklı döğüş formülü ile- borcunuzu kurtaracaksınız. Pratikte bu seremoniyi, muvâzaasız/danışıklı döğüş karıştırmadan, hilesiz uygulamak mümkün değildir. Dini de bu kadar karikatürize etmemek gerekir.
Alacağın zekâta mahsuben borçluya bağışlanabileceğini söyleyen -İmam Âzam’ın dışındaki- Hanefiler “Alacaklı, zekât konusu olan alacağını fakir borçluya bağışlayabilir. Bu hibe zekât yerine geçer. Fakir olmayan bir borçluya böyle bir malın bağışlanması, o mal veya başka bir mal için zekât olarak geçerli değildir” derler. Hasan’ul Basrî, Ata ve bazı Şâfî hukukçulara göre, alacak; fakir borçluya bağışlanınca, bu zekât yerine geçer. İbn Hazm ve Caferi mezhebine göre de zekâta mahsuben alacak, hak sahiplerine bağışlanabilir. (Serahsî, II/203; Şeybanî, Asl, II/97-98).
Bu görüşte olan müctehitler, niyetin zekâtı ödeme anında olmasını şart koşmuyorlar. Daha sonra da yapılabileceği kanaatindedirler.
Yusuf el-Karadavî, “Fıkhu’z Zekat” adlı kitabında bu görüşleri açıkladıktan sonra, kendi tercihinin; bağıştan, sonuçta fakir borçlunun faydalanması şartıyla, alacağın, zekâta mahsuben ona bağışlanabileceği görüşü olduğunu belirtir. Ancak bu durumda, borçlunun borcunu ödemekten âciz olması ve alacaklının da onu borcundan ibra etmesi, fakirin de bunu bilmesi gerekir. Bu durumda, borçlunun mutlaka “fakir veya miskin” sınıfından olması gerekmez. Çünkü o, böylece “Ğârimîn/Borçlular” sınıfına girer. Borçlular da aynı zamanda zekât verilecekler sınıfındandır.
Uygulama kolaylığı olması ve karz-ı hasen olarak verilen borçların, -ödeme güçlüğünden dolayı- geri alınamayan alacakların zekât olarak değerlendirilebilmesine imkân verdiğinden dolayı Yusuf el-Karadavî’nin görüşü tercihe şâyandır.
Musab SEYİTHAN
YAZARIN DİĞER YAZILARINI OKUMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
MİRATHABER.COM – YOUTUBE
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…
Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…