Prof. Dr. Celal Kırca
Her insan, başkaları tarafından sevilip sevilmediğini az-çok bilir ya da hisseder. Zira insanlar, ya davranışlarıyla ya da sözleriyle sevgilerini ifade ederler, bu nedenle insan sevilip sevilmediğini bir ölçüde anlama imkanı da bulur. Fakat insan, Allah Teâlâ’nın kendisini sevip sevmediğini bilemez, sadece umut eder. O’nun sevgisini ister ve bekler. Bununla birlikte insan, Allah’ın sevdiğini söylediği kulunda bulunan olumlu kişilik özelliklerini, ya da bulunmasını istemediği, bu nedenle de sevmediğini söylediği olumsuz kişilik özelliklerini, şayet arzu ederse öğrenme imkanına da sahiptir. Bunun için o insanın, sadece Kur’an’a müracaat etmesi yeterli olacaktır. Zira Kur’an’da, Teâlâ’nın hangi vasıflara sahip kullarını sevdiği ya da hangi vasıflara sahip kullarını sevmediği açıkça beyan edilmektedir.
Bunu öğrenmek için Kur’an’a müracaat eden insan, Allah Teâlâ’nın, muhsinleri/ güzel davranan ve güzel iş yapanları, tövbe edenleri, sorumluluklarını yerine getirenleri, sabredenleri, tevekkül edenleri/O’na dayanıp güvenenleri, adil olanları, Allah yolunda cihat edenleri sevdiğini; buna karşılık israf edenleri, haddi aşanları, müstekbirleri/ büyüklük taslayanları, şımaranları, hakikati görmezden gelmede ısrarcı olanları, kendini beğenip öğünenleri, zalimleri, hainleri ve bozguncuları da sevmediğini görecektir. Dolayısıyla bu vasıflardan hangisinin veya hangilerinin kendisinde bulunduğunu anlama imkanı da bulacaktır. Ayrıca Allah Teâlâ’nın mümin kullarından bir takım bahanelerle dinlerinden dönmek isteyen insanların olabileceğini, şayet dönenler olursa bunun da çok fazla önemli olmadığını, zira dininden dönenlerin yerine kendisinin sevdiği, onlarında Allah’ı sevdiği başka bir toplum getireceğini de anlayacaktır.
“Ey iman edenler! Aranızda dininden dönmek isteyenler varsa bilsinler ki, Allah onların yerine başka bir millet getirecektir. Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; bunlar müminlere karşı alçak gönüllü ve merhametli, kafirlere karşı ise başları dik ve güçlüdürler. Onlar Allah yolunda cihat ederler, kendilerini kınayanların kınamalarına aldırmazlar. Bu Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Bilin ki Allah Vâsi’dir, nimet ve ihsanı boldur, Alîm’dir, nimetini kime ihsan edeceğini bilir”[1] ayeti bunu ifade etmektedir.
Bu ayet, kendisine özgü bir niteliğe sahiptir. Bu nitelik de açıkça beyan edilmiş ve nakledilmiş bir nüzul sebebinin olmayışıdır. Bu nedenledir ki Elmalı’lı Hamdi Yazır, bu ayetin indiriliş sebebi has/özel, hükmü âmm/genel olan ayetler grubuna dahil olmadığını, nüzul sebebi olmaksızın hükmünün genel olduğunu, dolayısıyla olmuş ve olacak bütün irtidat/dinden dönme olaylarını da kapsadığını söyler. [2] Bu görüş, hemen hemen bütün müfessirlerin de ortak kanaatidir. Nitekim dinden dönme olayları, daha Hz. Peygamber hayatta iken başlamış, sonrasında da devam etmiştir. Kaynaklar bize o dönemde on bir Arap kabilesinin irtidat ettiğini haber vermektedir. Bunlardan üçü Hz. Peygamber daha hayatta iken, yedisi Hz. Ebûbekir, biride Hz. Ömer döneminde olmuştur.
Ayette dikkat çekilen husus, irtidat edenlerin yerine getirilen toplumun sahip olduğu niteliklerdir. Bu nitelikler ise Allah’ın sevdiği, onların da Allah’ı sevdiği kul olmaları, müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu olmaları, kınayanların kınamalarına aldırmamaları ve Allah yolunda cihat etmeleridir.
Bu nitelikler arasında müminlere karşı alçak gönüllü, şefkatli, merhametli ve nazik olma, kuvvete başvurmama, zeka, yetenek, etki, servet ve diğer güçlerini müminlerin aleyhinde bir baskı aracı olarak kullanmama; buna karşılık kafirlere karşı vakarlı, dirençli ve tavizsiz, maddî menfaat karşılığında satın alınamayacak kadar üstün karaktere sahip olma”[3] nitelikleri özellikle büyük önem arz etmektedir. Zira günümüzde bazı Müslümanların, bu güzel ve olumlu davranışları terk ederek kendileri gibi düşünmeyen diğer Müslümanlara karşı kabalaşmaları, aşağılayıcı ve itibar zedeleyici davranışlarda bulunmaları; eleştiri adı altında hakaret, hatta “tekfir” etmeleri ve ötekileştirmeleri; buna karşılık, inanmadığını bildiği veya dindar olarak görmediği insanlara karşı ise gayet mütevazı, nazik ve kibar davranmaları, bu önemi açıkça göstermektedir.
Kur’an’ın, Müslümanlar arasında olmasını ve yaşanmasını asla istemediği ve onaylamadığı böyle bir davranış tarzının, kimi Müslümanlalar tarafından hem de İslam adına uygulanması ne kadar hüzün verici bir durumdur! Bu durumda Müslümanlara karşı şefkatli, alçak gönüllü ve merhametli davranmayan, kendi gibi düşünmeyenleri ötekileştiren kişilerin, Allah Teâlâ’nın sevgisini hak ettiği söylenebilir mi?
Usulün asıldan önce geldiği bir hukuk kuralıdır. Bu konuda da Kur’an’ın bize rehberlik ettiğini görüyoruz. Zira ondan, “Din”in asıllarını öğrendiğimiz gibi, dini tebliğ etmenin usullerini de öğrenmekteyiz. Bunun en güzel örneğini de Allah Teâlâ’nın, Hz. Musa ile Hz. Harun’u Firavuna gönderirken onlardan uygulamasını istediği “kavl-i leyyin /yumuşak söz söyleme” ilkesinde görmekteyiz. Zira Firavuna söylenecek “tevhit” e dair sözler, dinin aslını ve esasını ifade ederken, sözün söyleniş biçimi/kavl-i leyyin de tebliğ usulünü göstermektedir. Firavuna bile yumuşak söz söylemeyi emreden ve bunu da bize örnek olarak sunan Allah Teâlâ’nın, bu tavsiyesine uymayan bir Müslümanın din kardeşine karşı gönül kırıcı sözler söylemesini, kaba ve katı oluşunu, hatta onu tekfir edip ötekileştirmesini, bu ilke ile bağdaştırmak mümkün müdür? Bu nedenle merhum Mehmet Akif’in, yaklaşık bir asır önce Müslümanların olumsuz davranışlarına ve yaşam tarzlarına bakarak söylediği şu şiir, günümüz için de geçerliliğini hala korumaktadır:
Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile…
Alem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile!
Kaç hakikî Müslüman gördümse: hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!
Kimi Müslümanın diğer Müslümana karşı alçak gönüllü, şefkatli ve merhametli olması gerekirken maalesef böyle olmadığı; tam aksine din kardeşine karşı kırıcı ve rencide edici sözler söylediği, kaba ve katı davrandığı bir ortamda; Müslümanlığın -İslam’ın değil- göğe çekildiğini, sadece edebiyatının yapıldığını söylemek, sanırım abartılı bir ifade olmayacaktır.
[1] Maide,5/54
[2] Elmalı’lı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1936, 2/1715.
[3] Hayrettin Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Ankara,2003, 3/237.