islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,5424
EURO
36,0063
ALTIN
3.006,41
BIST
9.549,89
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
9°C
İstanbul
9°C
Parçalı Bulutlu
Pazar Az Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
11°C
Salı Çok Bulutlu
11°C
Çarşamba Az Bulutlu
13°C

ALLAH HANGİ KULLARINI SEVER YA DA SEVMEZ

ALLAH HANGİ KULLARINI SEVER YA DA SEVMEZ
30 Ekim 2021 13:25
A+
A-

Prof. Dr. Celal Kırca

Her insan, başkaları tarafından sevilip sevilmediğini az-çok bilir ya da hisseder. Zira insanlar, ya davranışlarıyla ya da sözleriyle sevgilerini ifade ederler, bu nedenle insan sevilip sevilmediğini bir ölçüde anlama imkanı da bulur. Fakat insan, Allah Teâlâ’nın kendisini  sevip sevmediğini bilemez, sadece umut eder.  O’nun sevgisini ister ve bekler.  Bununla birlikte insan, Allah’ın sevdiğini söylediği  kulunda   bulunan olumlu kişilik özelliklerini, ya da  bulunmasını istemediği,  bu nedenle de sevmediğini söylediği olumsuz kişilik özelliklerini, şayet  arzu ederse öğrenme imkanına da sahiptir. Bunun için o insanın,  sadece  Kur’an’a  müracaat etmesi yeterli olacaktır. Zira Kur’an’da, Teâlâ’nın hangi vasıflara sahip kullarını sevdiği ya da hangi vasıflara sahip kullarını sevmediği açıkça  beyan edilmektedir. 

Bunu  öğrenmek için Kur’an’a  müracaat eden insan,  Allah Teâlâ’nın,  muhsinleri/ güzel davranan ve güzel iş yapanları, tövbe edenleri, sorumluluklarını yerine getirenleri, sabredenleri,  tevekkül edenleri/O’na dayanıp güvenenleri, adil olanları, Allah yolunda  cihat edenleri sevdiğini;  buna karşılık  israf edenleri, haddi aşanları, müstekbirleri/ büyüklük taslayanları, şımaranları, hakikati görmezden gelmede ısrarcı olanları, kendini beğenip öğünenleri, zalimleri, hainleri ve  bozguncuları da sevmediğini  görecektir.  Dolayısıyla bu vasıflardan hangisinin veya hangilerinin kendisinde  bulunduğunu anlama imkanı  da bulacaktır. Ayrıca  Allah Teâlâ’nın  mümin kullarından bir takım bahanelerle dinlerinden  dönmek isteyen  insanların olabileceğini, şayet dönenler olursa  bunun da  çok fazla önemli olmadığını, zira  dininden dönenlerin yerine  kendisinin sevdiği, onlarında  Allah’ı sevdiği  başka  bir toplum getireceğini de anlayacaktır.  

“Ey iman edenler! Aranızda  dininden  dönmek isteyenler varsa  bilsinler ki, Allah onların   yerine  başka  bir millet  getirecektir.  Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; bunlar  müminlere  karşı  alçak gönüllü ve merhametli, kafirlere  karşı ise başları dik ve güçlüdürler. Onlar Allah  yolunda cihat ederler, kendilerini  kınayanların  kınamalarına aldırmazlar. Bu Allah’ın  bir lütfudur, onu dilediğine verir. Bilin ki Allah Vâsi’dir, nimet ve ihsanı boldur, Alîm’dir, nimetini kime ihsan edeceğini bilir”[1]  ayeti bunu ifade etmektedir.

Bu ayet,  kendisine özgü bir  niteliğe sahiptir. Bu nitelik de açıkça beyan edilmiş ve nakledilmiş bir nüzul sebebinin olmayışıdır.  Bu nedenledir ki Elmalı’lı Hamdi Yazır,  bu ayetin indiriliş sebebi has/özel, hükmü âmm/genel olan ayetler grubuna dahil  olmadığını,  nüzul sebebi olmaksızın hükmünün   genel olduğunu, dolayısıyla olmuş ve olacak bütün  irtidat/dinden dönme  olaylarını  da kapsadığını söyler. [2]  Bu görüş, hemen hemen   bütün müfessirlerin  de ortak kanaatidir. Nitekim  dinden dönme olayları,  daha  Hz. Peygamber  hayatta iken başlamış, sonrasında da devam etmiştir. Kaynaklar bize o dönemde  on bir  Arap kabilesinin irtidat ettiğini haber vermektedir. Bunlardan üçü Hz. Peygamber daha hayatta iken, yedisi Hz. Ebûbekir, biride Hz. Ömer döneminde olmuştur.

Ayette  dikkat çekilen husus,  irtidat edenlerin yerine  getirilen  toplumun  sahip olduğu  niteliklerdir. Bu nitelikler ise  Allah’ın sevdiği, onların da Allah’ı sevdiği kul olmaları,  müminlere karşı  alçak gönüllü, kafirlere  karşı onurlu olmaları,  kınayanların kınamalarına aldırmamaları ve Allah yolunda cihat etmeleridir.             

Bu nitelikler arasında müminlere karşı alçak gönüllü, şefkatli, merhametli ve nazik olma, kuvvete başvurmama, zeka, yetenek, etki, servet ve diğer güçlerini müminlerin aleyhinde bir  baskı aracı olarak kullanmama; buna karşılık   kafirlere karşı vakarlı, dirençli ve tavizsiz, maddî menfaat karşılığında  satın alınamayacak kadar üstün karaktere  sahip olma”[3] nitelikleri özellikle  büyük önem arz etmektedir.   Zira günümüzde  bazı Müslümanların,  bu güzel ve olumlu  davranışları terk ederek kendileri gibi düşünmeyen diğer  Müslümanlara karşı  kabalaşmaları, aşağılayıcı ve itibar zedeleyici davranışlarda bulunmaları;  eleştiri  adı altında hakaret, hatta “tekfir” etmeleri ve ötekileştirmeleri; buna  karşılık,  inanmadığını bildiği veya  dindar olarak görmediği insanlara karşı ise gayet   mütevazı, nazik ve kibar  davranmaları, bu önemi açıkça  göstermektedir.

Kur’an’ın, Müslümanlar arasında olmasını ve yaşanmasını  asla istemediği ve onaylamadığı  böyle bir  davranış tarzının, kimi Müslümanlalar tarafından  hem de  İslam adına uygulanması  ne kadar   hüzün  verici bir durumdur!   Bu durumda Müslümanlara  karşı şefkatli, alçak gönüllü  ve merhametli  davranmayan, kendi gibi düşünmeyenleri ötekileştiren kişilerin, Allah Teâlâ’nın  sevgisini hak ettiği  söylenebilir mi?  

Usulün asıldan önce  geldiği  bir hukuk kuralıdır. Bu konuda da Kur’an’ın bize rehberlik  ettiğini görüyoruz.  Zira ondan, “Din”in asıllarını öğrendiğimiz gibi, dini  tebliğ etmenin usullerini de  öğrenmekteyiz.  Bunun en güzel örneğini de  Allah Teâlâ’nın,  Hz. Musa ile Hz. Harun’u  Firavuna gönderirken onlardan uygulamasını istediği “kavl-i leyyin /yumuşak söz söyleme” ilkesinde görmekteyiz. Zira Firavuna söylenecek “tevhit” e dair sözler, dinin aslını ve esasını ifade ederken,  sözün söyleniş biçimi/kavl-i leyyin  de tebliğ usulünü göstermektedir. Firavuna bile yumuşak söz söylemeyi  emreden ve bunu da bize  örnek olarak sunan Allah Teâlâ’nın, bu tavsiyesine   uymayan bir Müslümanın   din kardeşine karşı  gönül kırıcı sözler söylemesini,  kaba ve katı   oluşunu, hatta onu tekfir edip  ötekileştirmesini,  bu ilke  ile bağdaştırmak mümkün müdür? Bu nedenle merhum Mehmet Akif’in, yaklaşık bir asır önce Müslümanların olumsuz davranışlarına ve yaşam tarzlarına  bakarak söylediği şu şiir, günümüz için de  geçerliliğini  hala korumaktadır: 

Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile…
Alem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile!
Kaç hakikî Müslüman gördümse: hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!
      

Kimi Müslümanın diğer Müslümana karşı alçak gönüllü, şefkatli ve merhametli  olması gerekirken maalesef böyle olmadığı; tam aksine  din kardeşine  karşı  kırıcı ve rencide edici sözler söylediği, kaba ve katı davrandığı bir ortamda; Müslümanlığın -İslam’ın değil-  göğe çekildiğini, sadece edebiyatının  yapıldığını söylemek,  sanırım abartılı bir ifade olmayacaktır.


[1] Maide,5/54

[2] Elmalı’lı Hamdi Yazır, Hak  Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1936, 2/1715.

[3] Hayrettin Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Ankara,2003, 3/237.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.