islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4889
EURO
36,2751
ALTIN
2.961,54
BIST
9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
8°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

ALLAH TASAVVURU: DİNÎ HAYATIMIZI ŞEKİLLENDİREN TEMEL ETKEN

ALLAH TASAVVURU: DİNÎ HAYATIMIZI ŞEKİLLENDİREN TEMEL ETKEN
22 Temmuz 2021 08:29
A+
A-

Prof. Dr. Celal Kırca

Allah Teâlâ, “Sabırlı yirmi kişinin iki yüz, sabırlı yüz kişinin bin kişiyi yendiğini/yeneceğini”[1] söyleyerek, inancın/imanın  gücüne dikkatimizi çeker. Bunun pek çok örneğini tarih sahnesinde ve günlük hayatta görmek  mümkündür. Bilindiği gibi tıpta da “Plasebo etkisi”  adı verilen  bir uygulama mevcuttur. Bu uygulama, “Farmakolojik olarak etkisiz bir ilacın telkine dayalı bir etki ortaya çıkarma halini” ifade eder. Bu da düşüncenin/inancın insana olumlu  etki yaptığı ön kabulüne dayanır. Çoğu kere de olumlu sonuçların alındığı ifade edilir. Bir köşe yazarının seneler önce  düşünce  gücü ile ilgili   bir yazısında “ Artı 18 derecedeki soğuk hava deposunda  mahsur kalan, dolayısıyla da donarak öleceğini sanan bir denizcinin  acıklı  ölüm hikayesini  anlatır.[2]  O denizci, soğuktan ölmemiş,  soğuk hava deposunda donarak öleceğini sandığı için ölmüş.  Bu örnekler,  bize düşünce gücünün/inancın insan üzerindeki etkisi  hakkında   az-çok bir  fikir vermektedir.

            Düşünce gücü, iyiye kullanıldığında olumlu ve güzel sonuçlar verse de, kötüye kullanıldığında olumsuz ve zararlı sonuçlar  verdiği  görülmektedir. İnsanlar, genellikle ilk defa duyduğu ve elde ettiği bilgileri sahiplenme ve  savunma ihtiyacı hissederler, zamanla  da onları önyargı  veya kalıp yargıya   dönüştürürler. Bu nedenledir ki  bu insanlar, yeni bir  bilgi veya bir  belge ile karşılaştıklarında,  daha önceden elde ettikleri bilgilerden  şüphe etmek yerine, yeni bilgileri ve belgeleri  ret etme eğilimi gösterirler. Bu bilişsel ön yargı çeşidine, “Geri Tepme Etkisi /Backfire Effect” denilmektedir. Ne kadar doğru ve geçerli kanıtlar sunulursa sunulsun, bu insanların inanç ve düşüncelerinin tutarsızlığı ortaya konulduğunda bile eski düşüncelerinden  vaz geçmeme konusunda ısrarcı oldukları  ve  onlara daha da sıkı  sıkıya sarıldıkları görülür.

          Bunun içindir ki insanlara, özellikle  çocuklara ve gençlere yetişme çağlarında sunulacak dinî bilgilerin doğru  olmasına  azamî özenin gösterilmesi, önemli olduğu kadar da  bir gerekliliktir. Doğru olmayan, eksik ve yanlış olan dinî bilgiler, doğru bir  dinî hayat  vaat etmez ve  doğru bir Allah tasavvuru da oluşturmaz. Zira doğru olmayan her bilgi veya düşünce insanı yanlış istikametlere  sevk etme potansiyeline sahiptir. Nitekim günümüzde sıkça görülen ve eleştiri konusu yapılan yanlış ve eksik dinî  hayatın temelinde,  doğru olmayan dinî düşüncelerin ve özellikle de Allah  tasavvurunun  bulunduğunu   söylemek, abartılı bir ifade olmayacaktır.  Çünkü Allah tasavvurumuz, dini nasıl anladığımızı ve hayatımıza nasıl yansıttığımızı belirleyen ve  şekillendiren  en temel  etkenlerden birdir.

            Nasıl bir Allah’a inanıyoruz veya inandığımız Allah’ın hangi  sıfatlarını nasıl sıralıyor ve anlamaya çalışıyoruz?  Bu  soruların cevabı, aynı zamanda  bizim dini  nasıl anladığımızı ve yaşadığımızı da gösterir. Nitekim  geçmişte oluşan dinî gruplardan biri, Allah’ın   “ilim, kudret ve tekvin” sıfatlarını öne çıkartıp,  bu sıfatlara göre   Allah tasavvurunu oluştururken;  diğeri “kelâm” sıfatını, bir diğeri  “adalet” sıfatını öne çıkartarak, Allah tasavvurlarını oluşturmuşlar ve dinî anlayışlarını  bu tasavvurlara dayandırmışlardır.  Kimi  “rahman ve rahim” sıfatlarını  düşünce sisteminin merkezine alırken, kimisi de “kahhâr” sıfatın öncelemekte, dua yerine  bedduayı tercih etmektedir.  Günümüzde ise mezhep ve gurup aidiyetine bağlı bu tasavvurlara ilaveten, yeni Allah tasavvurlarının oluşmaya ve farklı bir mahiyet arz etmeye başladığı  da  müşahede edilmektedir.

         Daha açık bir ifade ile toplumsal dindarlık anlayışı, yerini bireysel dindarlık anlayışına terk etmeye başlamış görülüyor. Nitekim kimi Müslüman, sevdiklerini kayıran, sevemediklerini cezalandıran bir Allah tasavvur ediyor. Kimi Müslüman, Allah’ı  kendisine çok yakın, hatta  şah damarından da  yakın buluyor, kimisi de kendisini Allah’a o kadar  yakın görmüyor,  bu nedenle de Allah’a yakın olduğunu düşündüğü  bazı kimlerden yardım talep ediyor. Kendisinin elinden tutup Allah’a götürmesini  bekliyor. Bir diğer ifade ile samimi ve içten yapacağı bir kullukla Allah’ın sevgisini kazanma yerine, Allah’ın  sevgisini kazandığını sandığı bir kulun sevgisini kazanmayı, Allah’a ulaşmanın bir  yolu olarak  görüyor, onun vasıtasıyla Allah’a ulaşabileceğini umuyor.

          Kimi Müslüman, Allah’tan bir talepte  bulunurken  O’nu yanında, yanı başında, fakat günah işlerken çok uzaklarda tasavvur edebiliyor. Kimi Müslüman Allah’a inandığını söylüyor, ama O’na ne kadar güvendiğini ifade edemiyor.  Kimi Müslüman görevlerini layıkıyla yapmıyor, yapmak istemiyor, fakat bütün işlerini  de  Allah’a  havale etmekten de  geri durmuyor ve  bunu da “tevekkül”  adına yapıyor. Dolayısıyla tevekkülü de  yanlış anlıyor. İlk önce  kendisinin yapması gereken  şeyleri yapıp/ azmedip, daha sonra tevekkül etmesi gerekirken,  taleplerini doğrudan Allah’a  sunmayı  tevekkül sanıyor. Oysa Allah Teâlâ, önce azmetmeyi/ çalışıp gayret göstermeyi, daha sonra da işin gerçekleşmesi için tevekkül edilmesini istiyor.[3] Bu nedenledir ki Mehmet Akif, o meşhur tevekkül şiirinde   yanlış Allah tasavvuruna sahip olan  Müslümanı şiddetle tenkit etmekten  çekinmiyor.[4]   Buna karşılık yazdığı bir yazıda kendi tevekkül anlayışını  ise şöyle açıklıyor:

        “Evet Allahu Zülcelâl Feyyâz-ı Kerîm’dir; şân-ı azîm için -hâşa- buhl mutasavver değildir. Ancak bir kere O’nun feyzini kabul edebilecek istîdad hazırlamalı yani çalışmalı; sonra da Feyyâz’ın diriğ-i feyz etmeyeceğinden emin olarak hiç fütur getirmemelidir.

İşte tevekkül diye pek azımızın anladığı yahut çoğumuzun anlamak istemediği mâhiyet budur; yoksa “Armut piş; ağzıma düş!” gibi miskin temennilerin tevekkülle hiç münasebeti olmaz.[5]

            Tasavvur, “Bir şeyi zihinde canlandırmak, tasarlamak” olarak tanımlanır.  Bu tanıma göre Allah tasavvuru, “İnsanın  küçüklüğünden itibaren, zeka gelişimine, edinmiş olduğu bilgiye ve  hayat tarzına göre Allah’ı zihninde canlandırması ve anlamlandırması” demektir. Allah soyut bir varlık olduğuna göre, zihinde nasıl  canlandırılacak, ve anlamlandırılacaktır?  Bu,  cevabı  kolay olmayan bir sorudur. Zira  insan  bilmediği, görmediği  ve tanımadığı bir  varlığı nasıl tanıyacak  ve  tanımlayacaktır?  Dört işlemi bilmeyen bir insan, nasıl iki bilinmeyenli bir denklemi anlayamıyorsa; soyut bir varlığı da somutlaştırmadıkça anlayamamaktadır. Bu nedenledir ki Allah Teâlâ’nın Kur’an’da “gayb”ı ve gayb ile ilgili konuları anlatırken “teşbih” yaparak somutlaştırdığı, bu somutlaştırmada ise “bilinenlerden bilinmeye giden bir yöntem” uyguladığı görülür.                

         Gerçek olan şudur ki ontolojik bir varlık olarak Allah’ın mahiyeti/zâtiyeti asla bilinemez ve bilinmesi de mümkün değildir.  Zira “Hiçbir şey ona denk değildir”[6] ve  “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” [7] ayetleri  bunu ifade eder. Ne var ki  insanoğlu, inandığı Allah’ı tanımak ve bilmek ister.  Nasıl bir Allah’a inanacak, iman edecek? Bu nedenle Allah  Teâlâ  kendisinin ne olduğunu ve ne olmadığını  kullarına  anlatmak ve tanıtmak istemiştir. İhlas suresi, bunun en güzel örneğidir. Nitekim  bu surede Allah,  kendisinin hem ne olduğunu, hem de ne olmadığını açıkça beyan etmektedir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın kendisini bize tanıtmasında  bir sorun  yoktur. Sorun bizim Allah Teâlâ’yı  nasıl anladığımızda, O’nu nasıl tasavvur ettiğimizdedir.  Bu nedenle kimi düşünürler,  Müslümanların belli bir dönemden sonra Tanrı’ya dua etmenin ve işlerini O’na havale etmenin ötesinde bir şey yapmadıklarını; evrenin düzenini, ışık, ısı ve atom içi dengeleri sağlayan yasaların da Tanrı buyruğu olduğunu; dolayısıyla Müslümanların bunlarla ilgilenmediklerini, geleneğe sığındıklarını ve geleneği yaşatma yerine gelenekte yaşamayı tercih ettiklerini  söyleyerek mevcut  durumu eleştirmişlerdir.

        Nasıl bir Allah’a inanıyoruz veya inandığımız Allah’ın vasıfları nelerdir?  Allah’a ait irâdenin in­san üzerindeki etkisi ve rolü nedir ve ne kadardır? Allah’a ait va­sıflardan hangisini öne çıkartıyor ve  Allah anlayışımızı ona da­yandırıyoruz? Affedici, acıyan, merhamet eden bir Allah’ı mı, yoksa cezalandıran bir Allah’ı mı, yoksa   her  ikisini birden mi  öne çıkartıyoruz? İnsan irâde­sinin sahası ve sınırı ne kadardır ve nereye kadardır? Bu sorula­ra doğru cevap verilmediği sürece,  doğru bir Allah tasavvuru oluşturmak da mümkün gözükmüyor.  Zira doğru bir Allah tasavvurunun oluşabilmesi,  ancak doğru bilgiyle  mümkündür.  En doğru bilgi de hiç şüphesiz Kur’an’da yer alan bilgilerdir.  Kur’an dışındaki kaynaklarda yer alan bilgilerde  ise bazı eksiklikler  bulunmaktadır. Mesela Kur’an’da 962 yerde geçen “Rabb” sıfatı, 99 sıfatın zikredildiği hadiste yer almamaktadır.[8]  Kur’an’da “Mirsad/ gözetleyen/ denetleyen”  sıfatı  başta olmak üzere   Allah’a ait pek çok sıfatın da bu sayıya dahil olmadığı görülmektedir.

           Allah Teâlâ’nın Cehennemi, insanın çok iyi bildiği ve tanıdığı “ateş” ile; Cenneti “içinden suların aktığı, bol ağaçların ve yeşilliklerin bulunduğu bahçe” ile, kendisini ise “ Esmau’l-Hüsna/ En güzel isim-sıfatlar”  ile  tanıttığı  görülüyor. Dolayısıyla  Allah Teâlâ’nın, Cennette verilecek nimetleri dünyada verilen nimetlere [9]; kendisini  de insanın  biyolojik,  psikolojik yetilerine ve ahlakî karakterine  “teşbih”[10] ederek  tanıttığı ve bu tanıtımı yaparken de “insan biçimci bir dil” kullandığı bilinmektedir. Nitekim Kur’ân’da Allah ezelî, ebedî, samed ve ahad gibi zâtına özgü sıfatlarla tanıtılırken, bilen, gören, işiten, affe­den, cezalandıran, bağışlayan, seven, kızan, isteyen, vs. gibi in­sanlar için de kullanılan sıfatlarla da tanıtılmaktadır. İşte Yüce Yaratıcının insanlar için kullanılan sıfatlarla kendisini tanıtması­na, insan biçimci dil diyoruz. Çünkü Allah, insana hitap ederken veya kendini ona tanıtırken insanın dilini ve onun kullandığı ke­lime ve kavramları kullanmaktadır.              

            Bu nedenle Allah tasavvurumuzun, Kur’an’daki bilgilere dayandırılmasında gereklilik vardır. Çünkü doğru bir din anlayışı, ancak Kur’ân bilgisi ile mümkündür.  Dolayısıyla Müslümanda doğru bir Kur’ân tasavvuru,  yeterli ve bütüncül  bir Kur’an bilgisi  yoksa, doğru bir  Allah tasavvuru da oluşmamış demektir.   Doğru bir Allah tasavvuruna sahip olmayan Müslümanın ise, dinî hayatını düzgün ve doğru  yaşadığı  söylenemez. Çünkü eksik  bir tasavvurdan, doğru bir hayat tarzı  çıkmaz. Nasıl bir  Allah tasavvurumuz varsa, dinî hayatımız da   ona göre şekillenmektedir. 

   Biz insan olarak bir zaman dilimi  içinde yaşıyoruz. Böyle yaşadığımız için de Allah’ı da böyle algılamaya yatkınız. Halbuki Allah, ne zamanın içinde ne de dışındadır. O’nun hayâ­tı birbirini izleyen dakikalardan oluşmaz. O’nun her anı, şim­didir. Sözgelimi şu cümleyi yazdığım anda ben, yazmayı bıraka­bilir, iki, üç, beş ay hattâ bir yıl sonra yazmaya yeniden başlaya­bilir ve yazdığım cümleyi tamamlayabilirim. Ama bu süre şu cümlelerde asla görülmez. Şüphesiz bu benzetme, iyi ve yeterli bir benzetme olmayabilir. Fakat bir fikir vermesi açısından ya­rarlı olur sanırım. Zira ben bir zaman diliminde yaşadığım hal­de, Allah’ın yaşadığı bir zaman dilimi mevcut değildir. Nitekim “Allah Teâlâ  zamandan ve mekandan münezzehtir” sözü, bu  gerçeği  ifade etmektedir.  Zira O’nun için her zaman ve her an  aynıdır. Yâni şu anda O, hem şimdidedir, hem ezelde, hem de ebettedir. Çünkü O’nun için zaman ve mekan  yoktur.  Bunu  bir analoji ile izah etmek gerekirse zamanı düz bir çizgi, bir dosya kağıdını da Tanrı olarak düşünebiliriz. Biz o çiz­ginin değişik parçalarına yavaş yavaş ulaştığımız, yani A’dan B’ye, B’den C’ye doğru yol aldığımız halde, Allah  o çizginin tümünü ihata etmektedir

           Kur’ân’da Batıda görül­düğü anlamda muattal/pasif bir Tanrı anlayışı yoktur. Daha açık bir ifade ile  Tanrı’nın altı gün çalışıp yedinci gün istirahata çekildiği yâni evrene müdâhale etmeyerek “kayyûm” sıfatının gerektirdiği tasarrufu yapmayan “muat­tal” bir Tanrı anlayışı mevcut değildir. Kur’ân’daki Allah, her an bir işte olan Allah’dır.[11] O, her an Hayy‘dır Kayyûm‘dur, uykuda değildir. O, evrenin düzeni­ni kurmuş ve kurduğu  bu düzen  de devam etmektedir. Fakat  kurulan bu  büzen determinist değil, mümkün olan bir düzendir, yeri ve zamanı gelince de ona müdahale de etmektedir. Bununla birlikte O,  kurduğu düzen işliyor diye kenara çekilip istirahat de et­memektedir. O, her an  her yerde ve kulunun yanındadır  ve kuluna bıraktığı işleri de murakabe etmek­tedir. Her zaman olmasa da, bazen kulunun işine müdahale etmekte, kulu  da bu müdahaleyi  O’ndan istemektedir. Bununla birlikte Allah Teâlâ, kuluna terk ettiği ve ondan yapmasını iste­diği şeyleri ise kendisi yapmamaktadır. Mesela  cevizi yaratmış, ama kırmamıştır; kırılmasını ise insana bırakmıştır. Dolayısıyla bu  ve benzeri somut örnekler, bize Allah’a ait küllî irade ile, insana ait cüz’î iradenin sınırlarını kavrama  imkanı vermekte,  sorumluluk bilincimizin oluşmasına ve gelişmesine  zemin hazırlamaktadır.

              Netice olarak Allah tasavvurumuzu gözden geçirip,  Kur’an ışığında doğru bir Allah tasavvuruna sahip olup olmadığımızı, sorgulamamız gerekiyor. Sorgularken  de bize  rehberlik  edecek olan  son sözün Hz. Peygamber’e ait olmasını istiyorum.  O şunları söylüyor:  

 “Allah nasıl rızkı aranızda paylaştırmış ise ahlakı da öyle paylaştırmıştır. Allah dünya nimetlerini sevdiklerine de sevmediklerine de verir, ama dini (dindarlığı) ancak sevdiklerine verir. Allah kime dini vermiş ise kesin olarak onu sevmiştir. Varlığım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, diliniz ve kalbiniz Müslüman olmadıkça siz Müslüman olmuş olmazsınız. Komşularınız bevâıkınızdan güvende olmadıkça da Müslüman değilsinizdir.” “Bevâık ne demektir yâ Resulallah” diye sordular. “Kötülüktür, zulümdür” buyurdu ve devam etti: “Bir kul haram bir mal edindiğinde onu iyilik yolunda harcasa bile bundan bereket (sevap) elde edemez. O malı Allah rızası için tasadduk etse, bu bir ibadet olarak kabul edilmez. Ölüp de geride bıraktığı (bu haram kazanç ve harcama) ancak ona cehennem yolculuğunda azık olur. Allah kötülüğü kötülük, günahı günah ile yıkamaz, gidermez; kötülüğü iyilik ve meşru amel ile giderir. Pis ile pislik temizlenemez.”[12]      


[1] Enfal,8/65-66

[2] Mine G. Kırıkkanat, Düş Gücü,  Radikal,22,02,2004. (Bernard Werber, ‘İzafi ve Mutlak Bilgi Ansiklopedisi’nden naklen)

[3] Al-i İran,3/159

[4]  Mehmet Âkif, Safahât,  Ankara,2009, s. 229-230.

[5] Mehmed Âkif Ersoy, Tefsir Yazıları Vaazlar, (haz. M. Ertuğrul Düzdağ), Ankara 2016, s. 58.

[6] İhlas,112/4.

[7] Şûrâ, 42/11.

[8]  Bekir Topaloğlu, Rabb, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul,2007,34/ 372: “Rab ismi İbn Mâce ve Tirmizî’nin rivayet ettiği esmâ-i hüsnâ listelerinde yer almamıştır”.

[9] Bakara,2/25.

[10] Al-i İmran,3/7.

[11] Rahman,55/29.

[12] Ahmed b. Hanbel, Müsned, H. no. 3672

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.