Prof. Dr. Celal Kırca
Allah Teâlâ, “Sabırlı yirmi kişinin iki yüz, sabırlı yüz kişinin bin kişiyi yendiğini/yeneceğini”[1] söyleyerek, inancın/imanın gücüne dikkatimizi çeker. Bunun pek çok örneğini tarih sahnesinde ve günlük hayatta görmek mümkündür. Bilindiği gibi tıpta da “Plasebo etkisi” adı verilen bir uygulama mevcuttur. Bu uygulama, “Farmakolojik olarak etkisiz bir ilacın telkine dayalı bir etki ortaya çıkarma halini” ifade eder. Bu da düşüncenin/inancın insana olumlu etki yaptığı ön kabulüne dayanır. Çoğu kere de olumlu sonuçların alındığı ifade edilir. Bir köşe yazarının seneler önce düşünce gücü ile ilgili bir yazısında “ Artı 18 derecedeki soğuk hava deposunda mahsur kalan, dolayısıyla da donarak öleceğini sanan bir denizcinin acıklı ölüm hikayesini anlatır.[2] O denizci, soğuktan ölmemiş, soğuk hava deposunda donarak öleceğini sandığı için ölmüş. Bu örnekler, bize düşünce gücünün/inancın insan üzerindeki etkisi hakkında az-çok bir fikir vermektedir.
Düşünce gücü, iyiye kullanıldığında olumlu ve güzel sonuçlar verse de, kötüye kullanıldığında olumsuz ve zararlı sonuçlar verdiği görülmektedir. İnsanlar, genellikle ilk defa duyduğu ve elde ettiği bilgileri sahiplenme ve savunma ihtiyacı hissederler, zamanla da onları önyargı veya kalıp yargıya dönüştürürler. Bu nedenledir ki bu insanlar, yeni bir bilgi veya bir belge ile karşılaştıklarında, daha önceden elde ettikleri bilgilerden şüphe etmek yerine, yeni bilgileri ve belgeleri ret etme eğilimi gösterirler. Bu bilişsel ön yargı çeşidine, “Geri Tepme Etkisi /Backfire Effect” denilmektedir. Ne kadar doğru ve geçerli kanıtlar sunulursa sunulsun, bu insanların inanç ve düşüncelerinin tutarsızlığı ortaya konulduğunda bile eski düşüncelerinden vaz geçmeme konusunda ısrarcı oldukları ve onlara daha da sıkı sıkıya sarıldıkları görülür.
Bunun içindir ki insanlara, özellikle çocuklara ve gençlere yetişme çağlarında sunulacak dinî bilgilerin doğru olmasına azamî özenin gösterilmesi, önemli olduğu kadar da bir gerekliliktir. Doğru olmayan, eksik ve yanlış olan dinî bilgiler, doğru bir dinî hayat vaat etmez ve doğru bir Allah tasavvuru da oluşturmaz. Zira doğru olmayan her bilgi veya düşünce insanı yanlış istikametlere sevk etme potansiyeline sahiptir. Nitekim günümüzde sıkça görülen ve eleştiri konusu yapılan yanlış ve eksik dinî hayatın temelinde, doğru olmayan dinî düşüncelerin ve özellikle de Allah tasavvurunun bulunduğunu söylemek, abartılı bir ifade olmayacaktır. Çünkü Allah tasavvurumuz, dini nasıl anladığımızı ve hayatımıza nasıl yansıttığımızı belirleyen ve şekillendiren en temel etkenlerden birdir.
Nasıl bir Allah’a inanıyoruz veya inandığımız Allah’ın hangi sıfatlarını nasıl sıralıyor ve anlamaya çalışıyoruz? Bu soruların cevabı, aynı zamanda bizim dini nasıl anladığımızı ve yaşadığımızı da gösterir. Nitekim geçmişte oluşan dinî gruplardan biri, Allah’ın “ilim, kudret ve tekvin” sıfatlarını öne çıkartıp, bu sıfatlara göre Allah tasavvurunu oluştururken; diğeri “kelâm” sıfatını, bir diğeri “adalet” sıfatını öne çıkartarak, Allah tasavvurlarını oluşturmuşlar ve dinî anlayışlarını bu tasavvurlara dayandırmışlardır. Kimi “rahman ve rahim” sıfatlarını düşünce sisteminin merkezine alırken, kimisi de “kahhâr” sıfatın öncelemekte, dua yerine bedduayı tercih etmektedir. Günümüzde ise mezhep ve gurup aidiyetine bağlı bu tasavvurlara ilaveten, yeni Allah tasavvurlarının oluşmaya ve farklı bir mahiyet arz etmeye başladığı da müşahede edilmektedir.
Daha açık bir ifade ile toplumsal dindarlık anlayışı, yerini bireysel dindarlık anlayışına terk etmeye başlamış görülüyor. Nitekim kimi Müslüman, sevdiklerini kayıran, sevemediklerini cezalandıran bir Allah tasavvur ediyor. Kimi Müslüman, Allah’ı kendisine çok yakın, hatta şah damarından da yakın buluyor, kimisi de kendisini Allah’a o kadar yakın görmüyor, bu nedenle de Allah’a yakın olduğunu düşündüğü bazı kimlerden yardım talep ediyor. Kendisinin elinden tutup Allah’a götürmesini bekliyor. Bir diğer ifade ile samimi ve içten yapacağı bir kullukla Allah’ın sevgisini kazanma yerine, Allah’ın sevgisini kazandığını sandığı bir kulun sevgisini kazanmayı, Allah’a ulaşmanın bir yolu olarak görüyor, onun vasıtasıyla Allah’a ulaşabileceğini umuyor.
Kimi Müslüman, Allah’tan bir talepte bulunurken O’nu yanında, yanı başında, fakat günah işlerken çok uzaklarda tasavvur edebiliyor. Kimi Müslüman Allah’a inandığını söylüyor, ama O’na ne kadar güvendiğini ifade edemiyor. Kimi Müslüman görevlerini layıkıyla yapmıyor, yapmak istemiyor, fakat bütün işlerini de Allah’a havale etmekten de geri durmuyor ve bunu da “tevekkül” adına yapıyor. Dolayısıyla tevekkülü de yanlış anlıyor. İlk önce kendisinin yapması gereken şeyleri yapıp/ azmedip, daha sonra tevekkül etmesi gerekirken, taleplerini doğrudan Allah’a sunmayı tevekkül sanıyor. Oysa Allah Teâlâ, önce azmetmeyi/ çalışıp gayret göstermeyi, daha sonra da işin gerçekleşmesi için tevekkül edilmesini istiyor.[3] Bu nedenledir ki Mehmet Akif, o meşhur tevekkül şiirinde yanlış Allah tasavvuruna sahip olan Müslümanı şiddetle tenkit etmekten çekinmiyor.[4] Buna karşılık yazdığı bir yazıda kendi tevekkül anlayışını ise şöyle açıklıyor:
“Evet Allahu Zülcelâl Feyyâz-ı Kerîm’dir; şân-ı azîm için -hâşa- buhl mutasavver değildir. Ancak bir kere O’nun feyzini kabul edebilecek istîdad hazırlamalı yani çalışmalı; sonra da Feyyâz’ın diriğ-i feyz etmeyeceğinden emin olarak hiç fütur getirmemelidir.
İşte tevekkül diye pek azımızın anladığı yahut çoğumuzun anlamak istemediği mâhiyet budur; yoksa “Armut piş; ağzıma düş!” gibi miskin temennilerin tevekkülle hiç münasebeti olmaz.” [5]
Tasavvur, “Bir şeyi zihinde canlandırmak, tasarlamak” olarak tanımlanır. Bu tanıma göre Allah tasavvuru, “İnsanın küçüklüğünden itibaren, zeka gelişimine, edinmiş olduğu bilgiye ve hayat tarzına göre Allah’ı zihninde canlandırması ve anlamlandırması” demektir. Allah soyut bir varlık olduğuna göre, zihinde nasıl canlandırılacak, ve anlamlandırılacaktır? Bu, cevabı kolay olmayan bir sorudur. Zira insan bilmediği, görmediği ve tanımadığı bir varlığı nasıl tanıyacak ve tanımlayacaktır? Dört işlemi bilmeyen bir insan, nasıl iki bilinmeyenli bir denklemi anlayamıyorsa; soyut bir varlığı da somutlaştırmadıkça anlayamamaktadır. Bu nedenledir ki Allah Teâlâ’nın Kur’an’da “gayb”ı ve gayb ile ilgili konuları anlatırken “teşbih” yaparak somutlaştırdığı, bu somutlaştırmada ise “bilinenlerden bilinmeye giden bir yöntem” uyguladığı görülür.
Gerçek olan şudur ki ontolojik bir varlık olarak Allah’ın mahiyeti/zâtiyeti asla bilinemez ve bilinmesi de mümkün değildir. Zira “Hiçbir şey ona denk değildir”[6] ve “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” [7] ayetleri bunu ifade eder. Ne var ki insanoğlu, inandığı Allah’ı tanımak ve bilmek ister. Nasıl bir Allah’a inanacak, iman edecek? Bu nedenle Allah Teâlâ kendisinin ne olduğunu ve ne olmadığını kullarına anlatmak ve tanıtmak istemiştir. İhlas suresi, bunun en güzel örneğidir. Nitekim bu surede Allah, kendisinin hem ne olduğunu, hem de ne olmadığını açıkça beyan etmektedir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın kendisini bize tanıtmasında bir sorun yoktur. Sorun bizim Allah Teâlâ’yı nasıl anladığımızda, O’nu nasıl tasavvur ettiğimizdedir. Bu nedenle kimi düşünürler, Müslümanların belli bir dönemden sonra Tanrı’ya dua etmenin ve işlerini O’na havale etmenin ötesinde bir şey yapmadıklarını; evrenin düzenini, ışık, ısı ve atom içi dengeleri sağlayan yasaların da Tanrı buyruğu olduğunu; dolayısıyla Müslümanların bunlarla ilgilenmediklerini, geleneğe sığındıklarını ve geleneği yaşatma yerine gelenekte yaşamayı tercih ettiklerini söyleyerek mevcut durumu eleştirmişlerdir.
Nasıl bir Allah’a inanıyoruz veya inandığımız Allah’ın vasıfları nelerdir? Allah’a ait irâdenin insan üzerindeki etkisi ve rolü nedir ve ne kadardır? Allah’a ait vasıflardan hangisini öne çıkartıyor ve Allah anlayışımızı ona dayandırıyoruz? Affedici, acıyan, merhamet eden bir Allah’ı mı, yoksa cezalandıran bir Allah’ı mı, yoksa her ikisini birden mi öne çıkartıyoruz? İnsan irâdesinin sahası ve sınırı ne kadardır ve nereye kadardır? Bu sorulara doğru cevap verilmediği sürece, doğru bir Allah tasavvuru oluşturmak da mümkün gözükmüyor. Zira doğru bir Allah tasavvurunun oluşabilmesi, ancak doğru bilgiyle mümkündür. En doğru bilgi de hiç şüphesiz Kur’an’da yer alan bilgilerdir. Kur’an dışındaki kaynaklarda yer alan bilgilerde ise bazı eksiklikler bulunmaktadır. Mesela Kur’an’da 962 yerde geçen “Rabb” sıfatı, 99 sıfatın zikredildiği hadiste yer almamaktadır.[8] Kur’an’da “Mirsad/ gözetleyen/ denetleyen” sıfatı başta olmak üzere Allah’a ait pek çok sıfatın da bu sayıya dahil olmadığı görülmektedir.
Allah Teâlâ’nın Cehennemi, insanın çok iyi bildiği ve tanıdığı “ateş” ile; Cenneti “içinden suların aktığı, bol ağaçların ve yeşilliklerin bulunduğu bahçe” ile, kendisini ise “ Esmau’l-Hüsna/ En güzel isim-sıfatlar” ile tanıttığı görülüyor. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın, Cennette verilecek nimetleri dünyada verilen nimetlere [9]; kendisini de insanın biyolojik, psikolojik yetilerine ve ahlakî karakterine “teşbih”[10] ederek tanıttığı ve bu tanıtımı yaparken de “insan biçimci bir dil” kullandığı bilinmektedir. Nitekim Kur’ân’da Allah ezelî, ebedî, samed ve ahad gibi zâtına özgü sıfatlarla tanıtılırken, bilen, gören, işiten, affeden, cezalandıran, bağışlayan, seven, kızan, isteyen, vs. gibi insanlar için de kullanılan sıfatlarla da tanıtılmaktadır. İşte Yüce Yaratıcının insanlar için kullanılan sıfatlarla kendisini tanıtmasına, insan biçimci dil diyoruz. Çünkü Allah, insana hitap ederken veya kendini ona tanıtırken insanın dilini ve onun kullandığı kelime ve kavramları kullanmaktadır.
Bu nedenle Allah tasavvurumuzun, Kur’an’daki bilgilere dayandırılmasında gereklilik vardır. Çünkü doğru bir din anlayışı, ancak Kur’ân bilgisi ile mümkündür. Dolayısıyla Müslümanda doğru bir Kur’ân tasavvuru, yeterli ve bütüncül bir Kur’an bilgisi yoksa, doğru bir Allah tasavvuru da oluşmamış demektir. Doğru bir Allah tasavvuruna sahip olmayan Müslümanın ise, dinî hayatını düzgün ve doğru yaşadığı söylenemez. Çünkü eksik bir tasavvurdan, doğru bir hayat tarzı çıkmaz. Nasıl bir Allah tasavvurumuz varsa, dinî hayatımız da ona göre şekillenmektedir.
Biz insan olarak bir zaman dilimi içinde yaşıyoruz. Böyle yaşadığımız için de Allah’ı da böyle algılamaya yatkınız. Halbuki Allah, ne zamanın içinde ne de dışındadır. O’nun hayâtı birbirini izleyen dakikalardan oluşmaz. O’nun her anı, şimdidir. Sözgelimi şu cümleyi yazdığım anda ben, yazmayı bırakabilir, iki, üç, beş ay hattâ bir yıl sonra yazmaya yeniden başlayabilir ve yazdığım cümleyi tamamlayabilirim. Ama bu süre şu cümlelerde asla görülmez. Şüphesiz bu benzetme, iyi ve yeterli bir benzetme olmayabilir. Fakat bir fikir vermesi açısından yararlı olur sanırım. Zira ben bir zaman diliminde yaşadığım halde, Allah’ın yaşadığı bir zaman dilimi mevcut değildir. Nitekim “Allah Teâlâ zamandan ve mekandan münezzehtir” sözü, bu gerçeği ifade etmektedir. Zira O’nun için her zaman ve her an aynıdır. Yâni şu anda O, hem şimdidedir, hem ezelde, hem de ebettedir. Çünkü O’nun için zaman ve mekan yoktur. Bunu bir analoji ile izah etmek gerekirse zamanı düz bir çizgi, bir dosya kağıdını da Tanrı olarak düşünebiliriz. Biz o çizginin değişik parçalarına yavaş yavaş ulaştığımız, yani A’dan B’ye, B’den C’ye doğru yol aldığımız halde, Allah o çizginin tümünü ihata etmektedir
Kur’ân’da Batıda görüldüğü anlamda muattal/pasif bir Tanrı anlayışı yoktur. Daha açık bir ifade ile Tanrı’nın altı gün çalışıp yedinci gün istirahata çekildiği yâni evrene müdâhale etmeyerek “kayyûm” sıfatının gerektirdiği tasarrufu yapmayan “muattal” bir Tanrı anlayışı mevcut değildir. Kur’ân’daki Allah, her an bir işte olan Allah’dır.[11] O, her an Hayy‘dır Kayyûm‘dur, uykuda değildir. O, evrenin düzenini kurmuş ve kurduğu bu düzen de devam etmektedir. Fakat kurulan bu büzen determinist değil, mümkün olan bir düzendir, yeri ve zamanı gelince de ona müdahale de etmektedir. Bununla birlikte O, kurduğu düzen işliyor diye kenara çekilip istirahat de etmemektedir. O, her an her yerde ve kulunun yanındadır ve kuluna bıraktığı işleri de murakabe etmektedir. Her zaman olmasa da, bazen kulunun işine müdahale etmekte, kulu da bu müdahaleyi O’ndan istemektedir. Bununla birlikte Allah Teâlâ, kuluna terk ettiği ve ondan yapmasını istediği şeyleri ise kendisi yapmamaktadır. Mesela cevizi yaratmış, ama kırmamıştır; kırılmasını ise insana bırakmıştır. Dolayısıyla bu ve benzeri somut örnekler, bize Allah’a ait küllî irade ile, insana ait cüz’î iradenin sınırlarını kavrama imkanı vermekte, sorumluluk bilincimizin oluşmasına ve gelişmesine zemin hazırlamaktadır.
Netice olarak Allah tasavvurumuzu gözden geçirip, Kur’an ışığında doğru bir Allah tasavvuruna sahip olup olmadığımızı, sorgulamamız gerekiyor. Sorgularken de bize rehberlik edecek olan son sözün Hz. Peygamber’e ait olmasını istiyorum. O şunları söylüyor:
“Allah nasıl rızkı aranızda paylaştırmış ise ahlakı da öyle paylaştırmıştır. Allah dünya nimetlerini sevdiklerine de sevmediklerine de verir, ama dini (dindarlığı) ancak sevdiklerine verir. Allah kime dini vermiş ise kesin olarak onu sevmiştir. Varlığım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, diliniz ve kalbiniz Müslüman olmadıkça siz Müslüman olmuş olmazsınız. Komşularınız bevâıkınızdan güvende olmadıkça da Müslüman değilsinizdir.” “Bevâık ne demektir yâ Resulallah” diye sordular. “Kötülüktür, zulümdür” buyurdu ve devam etti: “Bir kul haram bir mal edindiğinde onu iyilik yolunda harcasa bile bundan bereket (sevap) elde edemez. O malı Allah rızası için tasadduk etse, bu bir ibadet olarak kabul edilmez. Ölüp de geride bıraktığı (bu haram kazanç ve harcama) ancak ona cehennem yolculuğunda azık olur. Allah kötülüğü kötülük, günahı günah ile yıkamaz, gidermez; kötülüğü iyilik ve meşru amel ile giderir. Pis ile pislik temizlenemez.”[12]
[1] Enfal,8/65-66
[2] Mine G. Kırıkkanat, Düş Gücü, Radikal,22,02,2004. (Bernard Werber, ‘İzafi ve Mutlak Bilgi Ansiklopedisi’nden naklen)
[3] Al-i İran,3/159
[4] Mehmet Âkif, Safahât, Ankara,2009, s. 229-230.
[5] Mehmed Âkif Ersoy, Tefsir Yazıları Vaazlar, (haz. M. Ertuğrul Düzdağ), Ankara 2016, s. 58.
[6] İhlas,112/4.
[7] Şûrâ, 42/11.
[8] Bekir Topaloğlu, Rabb, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul,2007,34/ 372: “Rab ismi İbn Mâce ve Tirmizî’nin rivayet ettiği esmâ-i hüsnâ listelerinde yer almamıştır”.
[9] Bakara,2/25.
[10] Al-i İmran,3/7.
[11] Rahman,55/29.
[12] Ahmed b. Hanbel, Müsned, H. no. 3672