İman, fıtrat dininin özüdür ve Arapça’da “e-m-n” kökünden türemiş olup, inanmak, güvenmek, emin olmak ve herkesin emin olduğu bir kişilik taşımak anlamlarına gelmektedir. Sadece bu filolojik yapısı bile imanda iki yönlü bir “güven” özelliğinin temel/asıl olduğunu bize gösterir. Bunlardan ilki, imanın konusu/taşıyıcısı olan kişinin emin olması, ikincisi bu kişinin dışındaki dünyanın ondan emin olmasıdır. O halde gerçek iman, sahibini varlık ve insan hayatı için bir güven unsuru hâline getirmektedir.
Hz. Peygamber’in sıfatlarından biri olan ve düşmanları tarafından bile kullanılan “Emin” vasfı konumuz açısından olağanüstü bir incelik taşımaktadır. İman kelimesiyle aynı kökten türeyen bu isim-sıfatın, Hz. Peygamber’in hayatı dikkate alındığında, iki görünümünü fark ederiz. Biri savunulan davadan emin olmak, diğeri ise insanlara güven vermektir. Başka bir ifadeyle, kendisine güvenilen ve kendisi kendisinden emin olan bir kişiliğe sahip bulunmaktır. İman yerleştiği benliği öyle bir kişiliğe ulaştırmalıdır ki, ondan yalnızca dostları değil, düşmanları da emin olabilmelidir. Hz. Peygamber, gerçek iman sahibinin bu kişiliğe ulaşan insan olması gerektiğini bize bütün hayatıyla göstermiştir.
Din dilinde, özellikle de İslâm’da iman dendiğinde akla ilk gelen, Allah’a imandır. Klasik akâid kitaplarının iman şartları olarak saydığı diğer hususlar Allah’a imanın uzantılarıdır. Bu anlamda imanın Kur’ân’daki zıddı “şirk” olmaktadır. Anlaşılıyor ki; insanın sonsuz kurtuluşunu iman, sonsuz felâketini ise şirk hazırlar. Bu nedenle Mekke devrinde nâzil olan Kur’ân âyetlerinin hemen tamamına yakını Allah ve ulûhiyyet konularına hasredilmiştir. Medine devrinde inan âyetler ise yerleştirilmiş ve temel boyutları saptanmış bulunan iman konusunun, insan hayatı pratikleri bakımından zorunlu olan amelî yönlerini işlemektedir.
Kur’ân’ın ve onun tebliğcisi Hz. Peygamber’in temel davası Allah’ın birliğini insana belletmek ve benimsetmek olmuştur. Bu yüzden Kur’ân ve Hz. Peygamber’in mücadelesi şirkin insan hayatından çıkarılmasına yöneliktir. Kur’ân ve Hz. Peygamber bir “yeterlilik şartı” olarak bunu sağlamanın peşindedir. Bundan sonrası “kemâl ve olgunluk şartı” olarak görülmüş ve yeterlilik şartına sahip sistem ve kitleler düşman ilan edilmemiştir. Bunda şaşılacak bir taraf da yoktur. Kur’ân’ın Ehl-i Kitap olarak andığı peygamberli din mensupları, temel gaye olan Allah’ın birliği konusunda Kur’ân’ın beraberliğe çağırdığı inanmış kitlelerdir.[1]
Bunun da ötesinde Kur’ân, Allah’ın birliği konusunda tereddüdü olmayan tüm sistemlerin mensuplarını, insan hayatını huzursuzluğa sevk edecek davranışlar sergilememek, insanlık için barışçıl ve hayırlı hizmetler vermek şartıyla, kurtuluşa aday gösterir. Kur’ân hiçbir zaman Hıristiyanlık’ta iddia edildiği gibi “benim mâbedim dışında kurtuluş yoktur”[2] dememiştir. Evrenselliğin esas anlamı “yeterlilik şartı” üzerinde titizlikle durmak, “kemâl ve olgunluk şartı” noktasında en iyiyi en güzeli göstermektir. İşte, Kur’ân’ın din konusundaki tavrı ve yolu budur:
“Kötülük işleyen[in] cezalandırılacak [olması] ve kendisini Allah’a karşı savunacak ve yardım edecek bir kimse bulamaması, ne sizin kuruntularınıza uygun düşer, ne de geçmiş vahiy mensuplarının kuruntularına. Halbuki -ister erkek ister kadın olsun- iman edip [yapabileceği] doğru ve yararlı işler yapan kimse cennete girecek ve bir hurma çekirdeği[ni dolduracak] kadar bile haksızlığa uğramayacaktır.”[3] Âyette geçmiş vahyin mensuplarının kuruntuları, hem yahudilerin kendilerini “Allah’ın seçilmiş halkı” olarak görmelerine ve bu nedenle öteki dünyada O’nun rahmetinden emin oldukları fikrine, hem de Hz. Îsâ’nın “Allah’ın oğlu” olduğuna inanan herkese kurtuluş vaad eden hıristiyanların “vekâleten kefaret” dogmasına bir işarettir.
Bütün bu yazılanlardan sonra “amelsiz bir imanın” kurtuluş için yeterli olup olmayacağı ve “imanla amel arasında nasıl bir bağın” bulunduğu üzerinde düşünebiliriz. Aslında bu konu İslâm düşüncesinde/dünyasında en çok tartışılan mevzulardan birisidir. Özellikle İslâm tarihinin ilk dönemleri için merkezî bir öneme sahip olan bu tartışma pek çok siyasî/kelâmî ekolün oluşumuna da zemin hazırlamıştır. Bu kelâm ekollerinin yaklaşımlarında genelde iki görüş ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri “amel imandan değildir”, diğeri ise “amel imandandır” görüşüdür. Aslında Kur’ân’da her iki görüşe de referans olabilecek, kaynak gösterilebilecek âyetler vardır. Ama şunu akıldan çıkarmamak gerekir ki, insanların sahip oldukları fıtrî, çevresel ve tarihsel tecrübelerin farklı olması, onların din ve Allah karşısında gösterdikleri tutumlarını da farklı kılmıştır. Bu nedenle imanî perspektiflerin oluşması ve bunların amele yansıması herkeste farklı bir çizgi meydana getirmiştir. Bu nedenle olacak ki; her iki görüşün dışında “amel imanın mükemmel olmasını sağlayan tamamlayıcı bir parçasıdır” tespiti de bir yaklaşım olarak sunulmuştur.
Ameli imandan saymak veya saymamak yönündeki görüşler ister istemez İslâm toplumunun fertlerinde olumlu/olumsuz etkiler ortaya çıkarmıştır. Ameli imandan saymamak, sadece “tevhid” kelimesini söylemenin yeterli olacağını düşünmek kişileri günah konusunda cesaretlendirmiş, ibadete karşı duyarsızlaştırmış, dinî hassasiyetleri ortadan kaldırmıştır. “Kişi, ne yaparsam yapayım nasıl olsa imanım var” düşüncesiyle, dinin yatay alanıyla ilgili –küçük/büyük demeden– birçok ahlâkî sorumluluğu askıya almıştır. Böylece imanı yalnızca kişi ile Allah arasına hapseden/sıkıştıran bu anlayış seküler/dünyevî bir yaşam tarzına da zemin hazırlamıştır. Ameli imandan saymak ise bir başka tehlikeye kapı açmış, işlenen günahların veya yapılmayan ibadetlerin kişiyi imandan çıkaracağı –küfre düşüreceği– şeklindeki düşünüş kişilerde karamsarlık, güvensizlik, korku, bezginlik, bitmişlik oluşturmuş, Allah’ın engin/sonsuz rahmetine/affına karşı umutsuzluk duyulmasına yol açmıştır.
Aslında bu iki tercih arasında sıkışmak yerine, bu noktada yaşadığımız çağın çerçevesine/anlayışına/eğilimine/koşullarına uygun yeni yaklaşımlar ortaya koymak ve bunu yeni bir din dilinin/mesajının tüm insanları kuşatıcı rahmetine bir kurtuluş ümidi olarak sunmak mümkündür. Çünkü bu görüşleri ortaya koyan bunu bir akide olarak bize bırakan müctehid imamların yaşadığı çağ ile bugünkü çağ arasında bin yılı aşkın bir zaman dilimi bulunmaktadır. Örnek olarak; Ebü’l-Hasan Eş’arî 944, Şâfiî 820, Mâtürîdî 944, Ebû Hanîfe 767 yıllarında vefat etmişlerdir. Üstelik yaşadığımız dünyada bırakalım Ehl-i Kitap’ı, müslümanlar arasında bu âlimlerin değil yazdıkları eserleri delilleriyle okumak/anlamak/karşılaştırmak, isimlerini bile hiç duymayan/bilmeyen insanlar bulunmaktadır. Bu kadar dinî kaynaktan, Kur’ân’ın rûhundan yoksun bırakılan/bıraktırılan bu insanlara müctehid derecesinde –kaldı ki onlar da birbiriyle bu konuda aynı fikirde değillerdir- kâmil bir iman anlayışını öğretmek/benimsetmek mümkün değildir. Çünkü insanların dinî hakîkatleri anlama noktasındaki algıları, yetenekleri, nasipleri, akılları, eğitimleri, aile/çevre/kültür/coğrafya faktörleri aynı seviyede değildir. Öyleyse bu konuda herkes tarafından anlaşılır, sade, umutlandırıcı, kurtarıcı, müjdeleyici, müşfik, ibadete heveslendirici bir orta yol bulmak zorundayız.
Önce şunu söyleyelim ki; iman etmek “tevhid” kelimesini “kalp” ile tasdik etmek ve sonra “dil” ile de ikrar etmek yani ifade etmektir. Elbette bu imanın kalpte olanı Allah ile ilgili, dilde olanı da bizim tanıklığımız içindir. Bu imandan sonra kişi iman ettiği Allah’ın kendisinden istediği dinî sorumluluklarını yerine getirmekle yükümlüdür. Allah’a eş koşmadığı ve Kur’ân ile belirlenmiş haram ve helâl ilkelerini inkâr etmediği sürece, yapamadığı ibadetler veya işlediği büyük/küçük günahlar bu kişiyi sadece “günahkâr” bir müslüman yapar.[4] “Bir insanı diriltmenin bütün insanlığı diriltmek”[5] olduğu âyetini kendilerine rehber edinen ve “kendi nefisleri için istediklerini diğer kardeşleri için de istemeyi”[6] olgun bir insan olmanın nebevî ölçüsü kabul eden insanlar cehennem bekçiliği yapmazlar ve tüm insanların Allah’ın esenlik yurdu olan cennetine girmelerini arzu ederler. Bunun için de sadece “iman” etmiş ama amel/kulluk konusunda ihmalkâr davranmış insanları imanlarını besleyecek, güçlendirecek, geliştirecek, tamamlayacak ameller konusunda zorlamadan, “ikrah” ettirmeden samimiyet, muhabbet, müjde –yerine göre de şefkat dolu bir uyarı- içeren bir dille teşvik etmeye çalışırlar. Bilirler ki; “tüm amelleri kemâl şartı görmek ne kadar yanlış ise tüm amelleri imanın sıhhati için şart görmek de o kadar yanlıştır.”
Yalnız şunu da unutmamak gerekir ki; Kur’ân, hemen her yerde iman kelimesinin ardından amel kelimesini zikretmekte ve –imandan olmasa da- insanı başarı ve mutluluğa götürecek imanın amelle kucaklaşması gerektiğine dikkat çekmektedir. Bu nedenle olacak ki Mülk/2. âyette şöyle denilmektedir: “O, hem ölümü, hem de hayatı yaratmıştır ki sizi sınamaya tâbi tutsun [ve böylece] davranış/amel yönünden hanginiz daha iyidir [onu göstersin] ve yalnız O[nun] kudret sahibi ve çok bağışlayıcı [olduğuna sizi inandırsın].”[7] Bunun işaret ettiği gerçeklik, hayatın bir anlamda ameller toplamı olmasıdır.
İnsanın karşılaştığı bütün sonuçlar, onun amelinin eseridir. Hiçbir karanlık ve sıkıntı, hiçbir kahır ve zorluk insan elinin ürünü olmadan ortaya çıkmaz. Allah, insanın kendi amelinin karşılığı olmayan zorluk ve çileyi, insana verirse, bu “zulüm” olur. Oysaki Allah zulmetmez.[8] Varlık ve oluş düzeninde işleyen en temel ilke şudur: “Ve kim zerre kadar iyilik yapmışsa, onu(n karşılığını) görecek, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu(n karşılığını) görecektir.”[9] Varlık ve oluş düzeninde ortaya konmuş bir amel asla sonuçsuz bırakılmaz. Amel, kim tarafından nasıl inkâr edilirse edilsin, kim tarafından nasıl örtülmek ve unutturulmak istenirse istensin Yaratıcı Kudret onu mutlaka ortaya çıkarır ve ona bağlanan sonuçları olması gereken yere koyar: “[Lokmân,] ‘Ey yavrucuğum!’ [diye devam etti] ‘Ortada yalnızca hardal tanesi kadar bir şey de olsa, [yaptıklarınız] bir kayanın içinde [saklı] da bulunsa, yahut gökler[in tepesin]de ve yer[in derinliklerin]de de olsa Allah onu aydınlığa çıkarır. Çünkü Allah, kuşkusuz, akıl-sır ermez bir [hikmet Sahibi]dir ve her şeyden haberdardır.”[10] Bunun yanında insanın hayat serüveninden hesaba çekileceği âhiret ve haşir günü de bir anlamda bütün amellerin bir döküm ve resmî geçit günüdür.
Görülüyor ki; amel, Allah’ın birliğine ve âhirete imandan sonra kurtuluşun üç ana/yeterlilik şartından birisidir. Cennete iman ile girilir ama oradaki derecelendirmede amelin üstelik “sâlih amel”in çok büyük bir rolü vardır. Çünkü sonu cennet de olsa insan yeryüzünde yaptıklarının faturasını mutlaka ödeyecektir. Bu nedenle başlık olarak seçtiğimiz “Amelsiz iman yeterli mi?” sorusu herkesin kendine soracağı ve kendi gönül aynasında değerlendireceği ve cevabını kendisinin vereceği bir sorudur.
NECMETTİN ŞAHİNLER
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] Âl-i İmrân/64.
[2] No salvation out the church.
[3] Nisâ/123-124.
[4] Bakara/143: “Ve mâ kânallâhu li yudîa îmâneküm innallâhe bi’n-nâsi le raûfün rahîmün.”
[5] Mâide/32.
[6] İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, el-Fethu’r-Rabbânî Tertibi, Ensar Yayıncılık, I, 113.
[7] Mülk/2: “Ellezî halaka’l-mevte ve’l-hayâte li yeblüveküm eyyüküm ahsenü amelen ve hüve’l-azîzü’l-gafûru.”
[8] Sâffât/39.
[9] Zilzâl/7-8.
[10] Lokmân/16
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…
Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…