Anayasa tartışmalarının gündemde olduğu bugünlerde, bazı kesimler tarafından yeniden Laiklik kavramı ve bunun yanında da Atatürk İlkeleri ile inanç ve düşünce hürriyeti bir anlamda kısıtlanmaya çalışılıyor.
Laiklik, Batı’da Hristiyanlığın Din adamları tarafından, ilmi gelişmelere karşı olması ve siyasi konuları kendi kontrolleri altına almaya çalışmaları gibi, “tek otorite” olma istemelerine karşı ortaya atılan bir kavram oldu. Ayrıca, din ve kilise ile bağlantısı ve ilgisi olmayan kişilere de laik ismi verildiğini biliyoruz.
Türkiye’de bir kısım siyasetçi ve fikir adamlarının istek ve arzuları ile, laiklik kavramı da Türkiye’nin Anayasa sistemine koyuldu. Ama, bu iş; toplumun rızası alınmadan yapıldı. Yani, belli bir seçkinler topluluğunun çabası ve hatta dayatması ile gerçekleşti. Yani, Anayasa’nın Sosyal bir konu olmaktan çok, siyasi bir düşünce sonucu oluştuğunu söyleyebiliriz.
Bazı modernist veya solcu fikir sahipleri ve gazetecilerin televizyon ekranlarında veya yazılarında bu gerçeğin hasır altı edilerek, toplumun mevcut Anayasa’daki laiklik ve Atatürk ilkelerine uygun bir sistemi kabul ettiğini söylemek, ne kadar doğru ve gerçekçi, düşünülmesi gerekiyor.
Kaldı ki, Türkiye’ye laiklik anlayışını getiren kesim; o dönemde her nedense, dine düşman bir laiklik olan “seküler” laikliği Fransa’dan almış; dine karşı olmayan diğer batı ülkelerindeki laikliği almayı düşünmemiştir!.. Aslında, bu durum da laiklik ile neyin hedeflendiğini açık açık ortaya koymaktadır.
Anayasa’nın herhangi bir maddesi veya maddelerinin, bir toplumun temel değer, ahlak ve kültürü ile sınırlı olması düşünülebilir. Yoksa, herhangi bir kişi, grup veya ne olduğu belli olmayan “çağdaş, modern ve benzeri” kavramlar ile bazı düşünce ve anlayışlara imkan veren bir “muğlaklık içinde” olmaması ve amacının açıkça belli olması gerekir.
Hiç kimse, toplum değerleri ve düşüncesi üzerinde söz sahibi olmamalıdır. Üstelik, Anayasa’da Cumhuriyet kelimesi ile, bazı kişi veya ilkelerin hakimiyeti arasında da önemli bir zıtlık ve tutarsızlık olması da anlaşılabilir değildir. Anayasa’ya aykırılık konusunun, Anayasa’nın dokunulmaz, değiştirilmez veya maddeleri üzerinde tartışılmaz bir şekilde dile getirilmesi, bir toplumun varlığını hiçe saymak anlamına gelmektedir.
Anayasa’nın, bir askeri ihtilal sonrasında topluma zorla kabul ettirilmiş olması da, ayrı bir konudur. Bir Darbe Anayasa’sını savunmak ve bunu değişmez ve yegane kriter kabul etmek, eğer bir kasıt sonucu değilse, büyük bir cehalet örneğidir.
Eğer bir toplumda düşünce ve inançların önünde, bazı kişi veya ideolojilerden dolayı “bariyerler” kaldırılamıyorsa, orada herhangi bir hak ve hürriyetten söz edilemez. Bu yüzden ne Anayasa kuralları kutsallaştırılmamalı, ve ne de toplum üstü bir konuma getirilmelidir. Çünkü Anayasa maddeleri, belli bir dönemde yaşamış ve görev yapmış kişilerin görüş ve tercihleriyle oluşturulmuş kurallardır.
Özellikle, toplumda bazı grupların, kendi görüş ve ideolojileri için sürekli “Atatürk ilkeleri, gibi “keyfi normlar” oluşturarak toplumun inanç, ahlak ve değerlerine çok ağır hakaretler yaptıkları da bilinen bir gerçektir.
Anayasadan, toplumun memnun olduğunu söyleyen bazı “çokbilmiş” gazeteci, hukukçu ve akademisyenlere gelince, bu kişilerin, halka sormadan onlar adına hüküm vermeleri, kendi görüşlerini hakim kılmak isteyişlerinin bir başka yolu olmaktadır.
Eğer gelişmiş ve ilerlemiş bir toplum olmak istiyorsak, önümüzdeki hayali ve dogmatik engelleri kaldırarak, ahlakın ve ilmin prensipleri doğrultusunda bunları gerçekleştirmemiz gerekiyor.
Prof. Dr. Sami Şener
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
GÜZEL BİR MAKALE OLMUŞ, DEĞERLENDİRME GÜZEL,İNŞAALLAH İLGİLİLERE İLHAM OLUR.
Bu mahkemedeki tespitlerin tamamına katılıyorum. Teşekkür ediyorum.