Yaşı kemale ermiş bir insanın, geçen günlerini düşündüğünde sanki geçmişini bir anda tüketmiş gibi hissetmesi, zamanın an’da tükenmişliğinin en somut göstergesidir. Saatin saniyelerinin sürekli raks ederek ilerlemesi de aynı manada düşünülebilir. Ama ‘an’a ait değerin tükendiğini, ancak geçince anlaşıldığını da her kes bilir. Rahmetlik anam seksen beşine geldiğinde, “Dün gibi oğlanım” derdi. Demek ki; insanın bazı serzenişleri ve zamana dair yemini anlaması için, çok uzun zamanın geçmesi gerektiği bir gerçekmiş.
Bir insanın seksen yıl öncesinden bir şeyler anlatması ile kırk yıl öncesinden bir şeyler hatırlaması, yâda birkaç yıl öncesinden hatıralarını yad etmesi, mahiyet olarak aynı şeydir. Uzun bir geçmişe ait olanın biraz önce gibi hissedilmesidir. Geleceğin hiç gelmeyecekmiş gibi görünmesi, geçmişin hiç yaşanmamış gibi tezahürüdür, aynı zamanda. ‘An’ın tarifsiz değeri de bu noktada asıl anlamına kavuşmaktadır.
Dedi ki: “Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?” Dediler ki: “Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor” (Mü’minun 23/ 112-113)
Her şeyin yitip tükendiği bir dünyada, zamanın da akıl almaz bir hızla ve pervasızca aktığının en yakın şahitliğini, her akşam başımızı yastığa koyarken, geçen akşamın adeta bir saniye önceymiş gibi hissettiğimizde anlıyoruz. Günün bir saatinden başka hiçbir ömür sürmediğimizi de, (Yunus 10/45) insan bu hal üzere olduğunda daha iyi anlamakta ve idrak etmektedir. İnsan, geçip giden uzun bir ömrün sonunda, dünyada zamanın göz açıp kapayıncaya kadar geçtiğinden dolayı pek az bir süre kaldığını sanmaktadır. (İsra 17/52)
Fahruddini Razi, Asr Suresini tefsir etmeye başladığında, zamanı nasıl anlatacağını, nasıl etkili bir tefsir yapacağını, uzun zaman düşünmesine rağmen, nereden başlayacağını bilememiş, karar verememiş. Bu düşüncelerle bir gün pazara çıkmış dolaşıyor, kafasında zaman mefhumu derin düşüncelerle ilerliyor. Bir satıcının yanık yanık bağırtısını duyunca dikkat kesiliyor ve ne dediğini anlamaya çalışıyor. Satıcı pazarda buz satıyor ve etrafa şöyle sesleniyor; “Sermayesi eriyen bu adama merhamet edin.” “İşte” diyor Razi; “işte, “zamana yemin olsun ki”, ancak bu kadar güzel ve net anlatılabilir.” Buzun güneş altında eridiği gibi, geçip giden zaman da erimektedir adeta. Geçen zaman içerisinde asıl eriyen ömürdür fark edene.
İnsan için kalan ömrünün kıymeti yoktur diyor Razi, çünkü geçmişin, zikrinden de anlaşıldığı gibi geçtiği alenen bellidir. Lakin bulunduğun andan sonrasının geleceği asla belli değildir. O yüzden insan için yaşadığı an vardır. “Ansızın gelecektir” diyor Rabbimiz ve ekliyor ardından, “Lakin insanların çoğu bilmezler” (Araf 7/187) diye. Ansızın gelecek olanın haberi, geleceğin garanti kapsamına girmediğinin işareti olmakla birlikte, geçmişin tüketildiğinin de haberini vermektedir.
İnsanların çoğu, kendilerinin sermayesi sürekli eriyen bir tüccar olduklarının farkında değildir ve çoğu zaman, geçmişiyle öğünür durur merhamete muhtaç acınası haliyle. Ansızın gelecek olan insanın kıyametidir aslında, insanın kıyameti kendi ölümüyle gerçekleşir. Her gün ölüp giden insanlara bakar da, bir gün ansızın sıranın kendisine geleceğini aklına getirmez. Aslında bilmediği şey, kıymetli olanın yaşadığı “an” olmasıdır. İnsan, “anın” kıymetini bilmeli. “Anın” kıymetinin idrakinden uzak olunca, hoyratça harcaması da kaçınılmaz oluyor.
İnsanın hayatında “Keşke” ler hep olmuştur. Bunların tamamı geçmişin mirasıdır. Çoğu zaman yürek yakan türdendir. Hatırlandığında derin düşüncelere insanı gark eder. Bütün geçmişini onarmak, yaşadığı “an”da mümkündür. Biraz sonra onarmak için imkânı olup olmayacağı kesin değildir. Var olduğu “an”ı değerlendiremiyorsa, “Zamana and olsun ki insan hüsrandadır.” Yaşadığı müddetçe an be an geçen zamana, dünyası ve ukbası için ihtiyacı vardır.
“An”ı ıskalayanlar, “an”ı yitirenler, “an”ı kaybedenler aslında bin yılda yaşasalar bütünü kaybetmiş gibi olurlar. Sonra şöyle derler: “Eyvah halimize! Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?” (Yasin 36/52) İnsan her gece ölür, sonra sabah hayata devam edecek ömrü varsa tekrar dirilir. Ama her gece öldüğünün hiç farkına varmadan sabahlar aslında. Tıpkı güneşin her gün sabah doğduğu, akşam battığı gibi, gece ve gündüzün ardı ardına geldiği gibi. Bütün olağan üstü şeyler alışılmışlığın verdiği vurdumduymazlıkla olağan geldiği gibi, her gece ölümümüz de olağan gelmektedir.
“An”da var olmalı insan, bulunduğu “an”da. Geçmişin tükenmişliği, geleceğin mümkünsüzlüğü “an”ın alternatifsiz tercih olduğunun kanıtıdır. “An”sızın gelecek olana karşı her daim korunmak için, “an”a sahiplenmenin şuurunu kuşanmanın mecburiyetini hissetmeli insan…