Merhum Ali Fuad Başgil, “İlmin Işığında Günün Meseleleri” isimli kitabında şu görüşlere yer verir:
“Kanaatim şudur ki, biz Türkleri, gerek fert ve gerek cemiyet olarak, Garplılardan ayıran ne zekâ, ne kabiliyet, hatta ne de çalışkanlıktır. Kudret eli, Türk’e, terakkinin temel şartı olan bu üç nimeti bol bol ihsan etmiştir. Daima söylediğim gibi biz Türkler, yeryüzünün en zeki en kabiliyetli milletlerinden biriyiz. Bununla beraber, yüz elli seneden beri ilerlemiyor, bocalıyoruz. O halde başka bir eksiğimiz var. İlerlemeye engel olan illete malulüz. İşte bu eksiğimiz ve bu illetimiz, tenkide tahammülsüzlüğümüz, hür fikre karşı düşmanlığımız, bir kelime ile taassubumuzdur. Bu illetimiz kah dinî, kah laik, kah siyasî, kah içtimaî, çeşitli şekillerde depreşmekte ve bizim enerji kaynaklarımızı tüketip kurutmaktadır. Onun için biz de yüksek tefekkür hayatı doğmuyor, yüksek ilim ve mütefekkir yetişmiyor. İlim ve fikir adamları cemiyet yolunu aydınlatan ışıklardır. Hür fikre ve yaratıcı tenkide tahammül gösteremeyen cemiyetlerde bu adamlar yetişmez. İlim ve fikir adamlarının hakaret gördüğü memleketlerde bu adamlar siner, her biri kendi kabuğuna çekilir. Nihayet bilgileri ile birlikte mezara gömülür. Bundan cemiyet ve insanlık zarar görür.
Şarkta ve Garpta, hemen bütün dünya milletlerini tanıdım. Kendi milletimi de gayet iyi tanırım. Bütün bu tanıdıklarım arasında en müsamahasız, maalesef kanaate karşı en merhametsiz, hülasa en mutaassıp, maalesef biz Türkleriz. Moda fikirlere en çok ve en erken de katılan biziz. Ve kapıldığımız fikrin neticeleri gözler önüne serilmiş birer felakette olsa, taassup da devam ederiz. İşte bunun için ilerleyemiyoruz.
Fikirden korkmayınız okuyucum. Emin olunuz ki yeryüzünde zararlı tek fikir, tenkit süzgecinden geçmeyendir. Tahammül ve müsamaha gösteriniz. Kabul ediniz ki sizden başka ve belki daha iyi düşünenler vardır. Müsaade ediniz fikirler serbestçe münakaşa edilsin, yaratıcı tenkit rolünü serbestçe oynasın. Fikirler çarpışsın, çürükleri dökülsün, sağlamları millet hayatı için birer rehber olsun. İlim, terakki, medeniyet bundan doğar.”[1]
Tenkit, ilmî gelişmenin ve düşünce üretmenin olmazsa olmaz şartlarından biridir ve belki de en önemlisidir. Bu nedenle dinî, edebî ve ilmî eserler başta olmak üzere her türlü fikir ve düşünce tenkide tabi tutulmalıdır. Zira her tenkit, aşırılıkları törpüler ve düşüncelerin olgunlaşmasını sağlar. Bununla birlikte yapılan her tenkitin, yeterli niteliğe sahip olmadığı; çoğu zaman usulsüzlük, yöntemsizlik, kıskançlık ve duygusallık sebebiyle olumsuz tenkitlerin de yapıldığı görülmektedir. Bilindiği gibi tenkit, “Bir insanı, bir eseri, bir konuyu, doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek ereği/amacı ile inceleme işi” [2] olarak tanımlanmaktadır. Bu tanım, elemeyi ve tefrik etmeyi gerektirmektedir. Elemek, doğru ile yanlışı birbirinden ayırmayı, tefrik ise, nüans farklılıklarını göstermeyi ifade eder. Bu da eleştirmenin, eleştirdiği konuda uzman ve amacının da doğru olmasını gerekli kılar. Zira bir antikanın değerini, ancak antikacı anlar. Dolayısıyla eleştiride yöntem, amaç ve üslup büyük önem arz eder. Bunu sağlayabilmek için de tenkitin tutarlı ve mantıklı olması gerekir. [3]
Bu nedenle eserlere ve düşüncelere önyargı veya kalıp yargı ile yaklaşılmaması büyük önem arz ediyor. Zira gerçek bir eleştiride ön yargı, kalıp yargı ve hakaret yoktur, asla da olmamalıdır. Çünkü eleştirinin asıl amacı, “üzüm yemektir, bağcıyı dövmek değildir”. Bu nedenle “Takdirsiz tenkidin, tenkitsiz takdirin bir önemi ve değeri yoktur”. Bu her zaman geçerli bir ilkedir. Zira bardağın sadece boş tarafını görüp de dolu tarafını görmemezlikten gelmek, tenkitten amacın “üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek” olduğu anlaşılır. Bunun en bariz örnekleri de İslâm’ı ve onun ana kaynağı Kur’an’ı anlama ve yorumlamada görülüyor.
Çok iyi biliniyor ki İslam, tarihi süreç içinde oluşturulan bir geleneğe sahiptir. Bu gelenek, İslam’ın ortaya koyduğu ilke ve kuralların, tarihi süreç içinde beşer tarafından yapılan yorumlardan oluşan bir birikimi ifade eder. Bu birikimde, bizim için yararlı unsurlar ve öğretiler olduğu kadar; içinde yararlı olmayan bazı unsurlar ve öğretiler de mevcuttur. Zira geleneği oluşturan yorumları yapanların da bizim gibi bir insan olduğunu, hata yapma ihtimallerinin bulunduğunu ve kendi zamanlarındaki sosyal, ekonomik ve kültürel ihtiyaçlara göre yorumlarda bulunduklarını göz ardı etmemek gerekiyor. Dolayısıyla geleneği gelenekçiliğe dönüştürerek ideolojik bir nitelik kazanmasına engel olmak, içinde yararlı olmayan unsurların, yarlı olan unsurlarından ayıklanmasına imkân tanımak zorunluluğu da bulunuyor.
Benzer şekilde geleneksizlik de en az gelenekçilik kadar sorunludur, çünkü geleneksizlik, köksüzlüğü ifade eder. Zira geleneği olamayan bir dinin, müntesiplerine tutum ve davranış birliği adına vereceği bir şeyi yok demektir. Bu nedenle gelenekle, gelenekçiliği ve geleneksizliği bir birinden ayırt etmek söz konusudur. Bu ayırım yeterince yapılmadığı içindir ki dinî düşüncelerin ve anlayışların ana sorunu haline geldiği görülmektedir. Zira bir tarafta gelenekçilikle dinî yorumlar mutlaklaştırılmakta, dolayısıyla yorumlardaki değişimin önüne set çekilmekte; diğer taraftan geleneksizlik ile de Müslümanların davranış ve tutum birlikteliği bozulmakta ve zedelenmektedir.
Bu nedenle dinî düşünce alanında yüzyıllardır devam edip gelen ak-kara veya siyah-beyaz gibi kategorik, indirgemeci, tümevarımcı, parçacı/atomik düşünce yöntemlerinin ve mutlakçı anlayışlarını terk edilerek; bunların yerine analitik, sorgulayıcı ve eleştirel düşünce yöntemlerinin geliştirildiği ve kullanım alanlarının genişletildiği, reaktif düşünce yerine proaktif düşüncelerin yer aldığı bir anlama zihniyetine ve yöntemlerine ihtiyaç bulunmaktadır. Zira dinin ana kaynağı üzerinde yapılan ideolojik anlama ve yorumların nelere mal olduğuna, hem İslam Tarihi, hem de günümüzde yaşanan olumsuzluklar ve acı olaylar şahitlik etmektedir. Nitekim bugün Mehdilik ve Mesihlik ile ilgili rivayetleri, rüyalarla amel etme, ahirette Hz. Peygamberle Hz. Meryem’i evlendirme ile ilgili görüşleri ve daha nicelerini, sorgulamadan bir iman objesi olarak görme anlayışının ülkemizde meydana getirdiği o yıkıcı ve acı tablo, bunun bir göstergesidir. Bu durum, bilim insanlarına önemli sorumluluklar yüklemekte, özellikle de dinden kaynaklandığı sanılan ve öne sürülen düşüncelerin, fikrî kavgaların ve dışlamaların dinden değil, dinî anlayışların mutlaklaştırılmasından kaynaklandığını anlamak ve anlatmak sorumluluğunu da onlara hatırlatmaktadır.
Şunu unutmamak gerekir ki din ile dine uygun olduğu düşünülen anlamalar ve yorumlar, özdeş/aynı değildir. Zira yorum, dinî olsa da din değildir. Bu nedenle yorumlarda tek doğru yoktur. Tek doğru anlayışı Aristo ile başlayan Kopernik, Kepler ve Newton’la devam eden klasik fiziğin bir uzantısıdır. Bu anlayış, izafiyet teorisiyle başlayan ve kuantum fiziği ile devam eden yeni fizikle ve buna paralel gelişen çok değerli mantık anlayışla değişmeye başlamış olsa da dinî anlayışlarda ve yorumlarda hâlâ etkinliğini korumaya devam etmektedir. Bu nedenle iki değerli mantık anlayışı ile dini metinlerin tümünü anlamaya çalışmak, yöntem hatalarından biridir ve belki de en önemlisidir. Zira İslâm’ın ana kaynağı Kur’an’da iki değerli mantık örneklerine rastlanılsa da, çok değerli mantık örnekleri de mevcuttur.
Kur’an’ın tümünü, geçmişte Cebriye ve Mutezilenin yaptıkları gibi ideolojik bir yaklaşımla ve iki değerli mantıkla anlamaya çalışmak, onların düştükleri hataya düşmek demektir. Böyle bir anlama hatasına düşmemek için Kur’an’ı ideolojik anlamaların objesi değil, salt anlamanın bir objesi yapmak gerekmektedir. Zira ideolojik yaklaşımların, belli dönemlere ait dinî yorumları ve yorum biçimini mutlaklaştırıp dogmatikleştirdikleri; doğruluğun ölçütünü zaman, mekân ve şahıslarda aradıklarını gösteriyor. Bu da yeni düşüncelerin ve fikirlerin üretilmesine engel olucu bir işlev görüyor. Bu nedenle düşünmeyenler veya düşünmeyi bilmeyenler, ideolojik kalıplar arasında istedikleri kadar gezinseler ve bilgi depolasalar da fikir üretemiyorlar. Ancak bu anlayış ve yaklaşım tarzının, epistemik cemaat kültürünün bir sonucu olduğunu ve elde edilen bilgileri gelecek nesillere taşıma işlevi gördüğünü de unutmamak gerekiyor. Bu nedenle sosyokültürel, sosyoekonomik ve sosyopolitik etkenlere göre oluşan veya oluşturulan bu kültürün, zamanla dinî düşüncede önemli bir sorun haline geldiğini ve sorun olmaya da devam ettiğini, gözden ırak tutmamak icap ediyor. Dolayısıyla dut yaprağı yiyerek ürün veren ipek böceği gibi, sadece belli kişilerin veya grupların kitaplarını okuyarak bilim yapmaya çalışmak, her çiçeğe konarak bal yapan arı gibi olmak anlamına da gelmiyor. Zira ipek böceği gibi tek kaynaktan beslenerek yapılan çalışmaların, düşünce ürünü olmayan hasıl-ı tahsil çalışmalar olduğu görülüyor.
İlmî bir kişilik için, fikir sahibi olmak, fikir sahibi olmak için de bilgi üretmek gerekiyor. Bunun yolu da bilgi depolamaktan değil, bilgi organizasyonundan, yeterli bilgiye ve donanıma sahip olmaktan geçiyor. Zira belli kaynaklardan elde edilen bilgileri üst üste yığmak, kendiliğinden bilgi ve fikir üretmiyor/ üretemiyor. Bu nedenle elde edilen bilgileri bir araya getirmede bile, bilgiden bağımsız bazı ön fikirlere ve yöntemlere ihtiyaç duyuluyor. Düşünce süreci, bilgiyi malzeme olarak kullansa bile ancak fikirlerle ilerleyebiliyor.
Kim bilir belki de Alvin Toffler bu nedenle, “21. yüzyılın cahilleri, okuma yazma bilmeyenler değil, öğrenmeyen, öğrendiği yanlışlardan vazgeçmeyen ve yeniden öğrenmeyenler olacak” diyor. Nitekim Millî Eğitim Bakanlığı Ölçme Değerlendirme ve Sınav Hizmetleri Genel Müdürlüğü, Abide 2018 Değerlendirme Çerçevesi Çalıştay Raporu’nda yer alan “Türkçe’de öğrencilerin yüzde 66,1’i orta düzey ve altında bu öğrenciler, deyimleri, atasözlerini, hiciv ve nüktelerdeki mesajları anlayamıyor. Neden-sonuç ilişkisi kuramıyor” bilgisi de bu öngörüyü doğruluyor. Zira interdisipliner bir okuma yapmayanlar veya okusa da okuduklarını doğru anlamayanlar, düşünmeyenler veya düşünmeyi bilmeyenler, ideolojik kalıplar arasında istedikleri kadar gezinseler ve bilgi depolasalar da fikir üretemiyorlar. Bu nedenle okuduğunu doğru anlamayan, düşünmeyen veya düşündüğü halde kendi düşünce tarzlarını mutlak doğru sayan insanların veya grupların, dini veya dinî yorumları bir ideoloji gibi algılamaları veya yapılan yorumları din ile özdeşleştirmeleri, dolayısıyla seçmeci ve tekelci anlayışlarını dinin yorumlarına hâkim kılmaları ve politik obligasyon (mecburiyet) içinde yaşamaları, üzerinde ciddiyetle durulması gereken sorunlar arasında yer alıyor.
Prof. Dr. Celal Kırca
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] Ali Fuad Başgil, İlmin Işığında Günün Meseleleri, Derleyenler, Ali Hatipoğlu-İsmail Dayı Yağmur Yayınları, İstanbul 1960, s.178.
[2] Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstanbul,1994, s.69.
[3] Geniş bilgi için bkz. Yakup Karasoy, Eleştiri Nedir, Bağa Destursuz Girenler Nasıl Eleştirilmelidir? Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 1 Yıl 2005, Cilt , Sayı 17, Sayfalar 11 – 13; Ali Budak, İslâmî Araştırmalarda Tenkit Adabı, Hadis Tetkikleri Dergisi, 2013, cilt: XI, sayı: 2, s. 93-107.
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…
Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…
View Comments
Özellikle akademik camiasının okuması gereken harika bir yazı olmuş. Muhterem Celal Kırca hocamız kanayan bir yaramiza, asırlardır geri kalmamızın esaslı bir sebibine ustaca bir neşter vurmuş. Müstefid olunması ümidiyle...