Sosyal hayatta, çeşitli olay ve durumlar hakkında birtakım değerlendirmeler yapıyor ve geleceğe dair tahminler yapıyoruz.
Akıl ve duygularımız, bizim için önemli değerlendirici ve belirleyici özellikler olurken, bu özellikleri kullanma durumumuz; her zaman doğru bir şekilde gerçekleşmiyor.
Davranışlarımız nasıl şekilleniyor:
Aile ve toplumdan öğrendiklerimiz ile hayata bakarken, aslında belli bir ölçü ve çerçeveye bağlı olarak hayata bakıyoruz. Yani, içinde olduğumuz kültür ile olaylara değer biçiyor ve belli bir dünyanın insanı olduğumuzu görüyoruz. Eğitim ve kültür dünyamız, sahip olduğumuz değerler ile olaylara hüküm vermemizi sağlıyor. Bu yönümüzle, kendimizi başka dünyalardan ayırıyoruz. Din, ahlak ve gelenek; bize bir yaşama anlayışı sağlıyor. Davranışlarımız da, bu doğrultuda gerçekleşerek bize has bir dünyanın içinde yaşıyoruz.
Bu durum, bizim sağlıklı ve kendi gerçeklerimizle yaşadığımız bir dünyanın işleyişini gösteriyor. Fakat bu dünya, her zaman kendi ritmi içinde işlemiyor. Bazan, başka dünya ve kültürlerin (ideoloji, felsefe) etkisi ile sarsılıyor ve kendini yeniden bir değerlendirmeye tabi tutma durumuna geliyor. İşte böyle bir durumda, kendi inanç ve değerlerimizin gerçekliğini ölçmek durumuyla karşı karşıya kalıyoruz. Öğrendiklerimiz ve benimsediklerimizin, hayatın çok yönlü etkilerine karşı ne kadar dirençli olup olmadığını anlıyoruz.
Bilgi felsefemiz ile sosyal davranışlarımız arasındaki zıtlık:
Yaşama felsefesi dediğimiz bilgi, sadece bir aidiyet duygusu ortaya koymuyor. Aynı zamanda, hayata bakış açısı da getiriyor. Fakat, Müslüman toplumlardaki “hazmedilmemiş bilgi” bazı şart ve zamanlarda ölçüsünü kaybediyor. Siyaset ve iktisadi faaliyet alanlarında, bu bilgi ile değil, bazı mantık dışı ve yanlış tutum ve değerlendirmeler içine girebiliyoruz. İnsanlar kendi davranış ve yaşayış ölçülerine değil; bulundukları politik veya ırk merkezli anlayışa veya gruba bakıyor ve o yer ve grup doğrultusunda olayı değerlendirmeye başlıyoruz. Sanki, o insanı ve hareketi, daha önce tanımamışçasına, onun sahip olduğu iyi yönleri, samimiyeti ve inancı için vermiş olduğu mücadeleyi bir kenara itip; kimin yanında isek, onunla aynı düşünce ve idealde olduğunu düşünüyoruz. Böylece ilkel bir tutuma farkında olmadan adapte oluyoruz.
Burada, bazı gerçekleri bilerek değil; sözel bilgiler ile hareket ederken; yaşadığımız dünyada, medya denilen “insanı yönlendirme” mekanizmasının, yalan ve samimiyetsiz bazı amaç ve grupların doğrultusunda hareket ettiğimizi unutuyoruz.
Dünyevi aidiyetlerin yüzeyselliğinin farkında mıyız:
Hepimiz, hayat içinde ya bir spor takımının, ya bir ırkın veya bir siyasi hareketin tarafındayız. Ama, bunların hiçbirinin; hatasız olduğunu söyleyemiyoruz. Fakat buna rağmen, o grubun ortaya koyduğu söylemler, bizi öyle bağlıyor ki; asıl bağlı olduğumuz yüce yaradanın başkalarını değerlendirme ölçüleri olan ölçüleri kaybediyoruz.
Eski bir söz vardır: Harp hiledir. Yani, harp halinde; normal zamandaki ölçüler değişir. Fakat, günümüzde kendi insanımız ile harp halinde değiliz. İnsanımız, herhangi bir konuda bir görüş ortaya koysa, onu; bir başka grup adına düşman gibi görmeye hakkımız yok..
Müslüman bir toplumda; Allah’ın yasaklamadığı bir fiili, insanların yasaklama hakkı olduğunu biliyoruz. İslam kültüründe, inanç ve ahlaka saldırmadıkça, kimse ile düşmanlık etme gibi bir misyonun olmadığı bilinmektedir.
İçinde olduğumuz günler; siyasi ve ırki tercihler adına, başka insanları yerin dibine sokma, onlara hakaret etme, dışlama ve damgalama tutumları, alabildiğine artmış durumda. Üstelik, burada inanç ve sosyal değerlerin dışına çıkarcasına bu tavır gerçekleşebiliyor. Mücadelenin en güzeli, doğruyu ve hakkı söylemektir. Başkalarını, bizim dışımızda da olsa; aşağılamak ve lanetlemek ahlaki değildir. Sadece hatalı olduklarını belirtmek yeterlidir.
Prof. Dr. Sami Şener